Haber Detayı

Türk romanına tarihselliğin baskısı
Cemil gözel aydinlik.com.tr
28/12/2025 12:40 (8 saat önce)

Türk romanına tarihselliğin baskısı

Türk romanına tarihselliğin baskısı

Güzin Dino’ya göre, “Türk romanı hem geç doğmuştur hem de aceleye gelmiştir.

Roman türüne ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında yaklaşılmıştır.

Batı romanının çeşitli tarihsel süreçler içindeki yavaş oluşumu ile Türk romanının doğuş ortamı arasında hiçbir benzerlik yoktur.” TAKVİM DEĞİL TARİH Güzin Dino’nun “Türk romanı hem geç doğmuştur hem de aceleye gelmiştir” saptaması, estetik bir yetersizliği değil tarihsel bir sıkışmayı açıklıyor.

Buradaki gecikme, yalnızca takvimsel bir gecikmeye işaret etmiyor; romanın Batı’da yüzyıllara yayılan toplumsal ve düşünsel bir birikimin ürünü olarak ortaya çıkmasına karşılık bizde böylesi bir birikimin henüz oluşmamış olması anlatılıyor.

Feodalizmin çözülmesi, burjuvazinin yükselişi, bireyin özneleşmesi, okur kitlesinin genişlemesi gibi uzun erimli süreçlerin ürünü olan roman, Batı’da toplumsal deneyimin içinden süzülerek yavaş yavaş biçim kazandı.

Bizim tarihimiz bağlamında ise roman, böylesi bir tarihsel mayalanmanın ürünü olarak değil, dışsal bir örnek olarak ve çoğu zaman hazır bir kalıp hâlinde benimsendi; bu nedenle doğuşu, kendi iç gelişimini yaşayabileceği bir zamansallıktan çok, hız ve telafi baskısı altında gerçekleşti.Acele sözcünün anlamı, hız ve telafi baskısı altında anlaşılabilir.

Türk romanı, kendi iç dinamikleriyle evrilme fırsatı bulamadan, doğar doğmaz ağır bir işlevle yüklendi.

Toplumu dönüştürme, eğitme, yönlendirme görevi, romanın estetik serbestliğini baştan sınırladı.

Tür, bir anlatı imkânı olmaktan çok, “modernleşme” hamlesinin araçlarından biri olarak görüldü; romanın kendi türsel doğasının yeşermesine, kendi biçimsel sorunlarını denemesine yeterince alan tanınamadı.

Bu nedenle Türk romanının erken örneklerinde sıkça karşılaşılan didaktik tonu, karakterden çok tip üretme eğilimini ya da anlatıya bütün ağırlığı çöken yönlendirme görevini, yazarın beceriksizliğiyle açıklayamayız.

Bunlar, romanın aceleyle üstlendiği tarihsel rolün sonuçlarıdır.

Roman, bizde doğumdan yetişkinliğe atlamış; estetik deneyden önce sorumlulukla tanışmıştır.

TARİHSEL SIKIŞMA Güzin Dino’nun işaret ettiği tarihsel sıkışma, somut biçimde erken dönem roman pratiklerinde izlenebilir.

Örneğin Ahmet Mithat Efendi, romanı daha en baştan okuru eğitme ve yönlendirme işlevi taşıyan bir araç olarak kurdu.

Onun için anlatıcı, metnin içine sürekli girer; okura seslenir, açıklama yapar, yanlış anlaşılma ihtimalini baştan bertaraf eder.

Bu tavır, elbette bireysel bir yazarlık tercihi olarak okunabilir; ancak Ahmet Mithat Efendi’de bu, romanın henüz kendi başına bırakılmasına duyulan güvensizliğin işaretidir.

Romanın kendiliğinden anlam üretmesine izin verilmez; anlam, metnin dışından sürekli takviye edilir.

Aynı şekilde, Namık Kemal’in roman anlayışında da toplumsal ve ahlaki yönlendirme ön plandadır.

Roman, burada, doğruların sergilendiği bir vitrindir âdeta.Bu durum, romanın biçimsel gelişimini de doğrudan etkilemiştir.

Batı’da roman, bireysel bilincin karmaşıklığını, çelişkilerini ve iç gerilimlerini keşfederken bizde anlatı çoğu zaman tipler üzerinden ilerledi.

Çünkü hız ve telafi baskısı altında, bireyin karmaşık iç dünyasını uzun uzun kurmak yerine, toplumsal işlevi temsil eden figürler üretmek daha elverişliydi.

Halit Ziya Uşaklıgil ile birlikte romanın estetik düzeyi belirgin biçimde yükseldi; ancak burada bile bireysel çelişmelerin derinleşmesi, Batı’daki muadilleriyle karşılaştırıldığında hâlâ sınırlı bir alanda gerçekleşmiştir.

Roman, estetik olarak olgunlaşmaya başladığı anda bile toplumsal sorumluluk duygusuyla hareket etmiştir.

ROMANIMIZIN YÜKÜ Cumhuriyet döneminde Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi yazarların romanlarında bu tarihsel yük daha inceltilmiş ama hâlâ belirgindir.

Toplumsal dönüşümün sancıları, bireyin iç çatışmalarıyla iç içedir artık; fakat romanın omurgasında hâlâ bir yön tayini isteği vardır.

Anlatı, çoğu zaman olup biteni yalnızca göstermekle yetinmez, neyin doğru neyin yanlış olduğunu da güçlü bir şekilde sezdirir.

Roman bizde, toplumsal sıçramanın tanığı olmaktan çok, onun sözcüsü olma görevini üstlenmiştir.Bu açıdan bakıldığında Dino’nun acele saptaması, esas itibariyle, romanın sırtlandığı ağır temsil yükünü anlatıyor.

Türk romanı, tarihsel koşullar nedeniyle estetik yönünden önce bir sorumluluk sahası olarak kuruldu.

Bu durum, onun sınırlarını belirlediği kadar özgül karakterini de yaratıyor.

Romanın didaktik tonu, tip üretme eğilimi ve anlatıcı müdahaleleri, toplumsal gerilimin yarattığı baskıların edebi biçimleridir.

Türk romanı, geç kalmıştır, doğru; çünkü bizim tarihimiz Batı’ya göre geç ve üstelik Batı’ya karşı dönüşmüştür.

Acele etmiştir, bu da doğru; çünkü telafi edilmesi gereken bir mesafe vardır.

Bu ikili gerilim, Türk romanının biçimsel tercihlerinden anlatıcı tutumuna kadar pek çok özelliğini belirleyen temel tarihsel koşulu oluşturmuştur.

EKSİKLİK DEĞİL… Dino’nun saptaması, onu tarihsel bağlamına yerleştiren bir saptamadır, yoksa Türk romanını mahkûm eden değil.

Romanın bizdeki sorunları, türün kendisinden çok, doğduğu koşullarla ilgilidir.

Bu koşulları hesaba kattığımızda, Türk romanının çelişkilerini bir eksiklik olarak değil, tarihimizin yarattığı gerilimlerin edebi biçimleri olarak okumak gerekir.

Ancak böyle bir okuma onu mümkün kılan tarihselliği anlamamızı sağlar.

İlgili Sitenin Haberleri