Haber Detayı

Gerçeklik ve imge
Cemil gözel aydinlik.com.tr
07/12/2025 17:05 (2 hafta önce)

Gerçeklik ve imge

Gerçeklik ve imge

Bir sahne düşünün: Birçok sanatçı yan yana sıralanmış, önlerinde duran nesne aynı nesnedir; manzara ve ışık aynıdır, hatta o nesne hakkında sanatçıların tanımlamaları bile ortaktır.

Yine de ortaya çıkan imgeler ne birbiriyle aynı olacaktır ne de nesnenin birebir kopyası olacaktır.

İster çizgi ister renk ve isterse sözcüklerden oluşsun hiçbir imgegerçekliğin tam karşılığı değildir.

Çünkü imge zaten eksiktir; o eksiklik de her sanatçının duyarlığında başka bir devinime yönelir.Heinrich Wölfflin, “Sanat Tarihinin Temel Kavramları” isimli önemli kitabında şunu aktarıyor:“Ludwig Richter anılarında anlatır: Gençliğinde bir gün, üç arkadaşıyla Tivoli’de belirli bir manzara parçasının resmini yapmak istemişler.

Her dördü de tabiattan kıl payı ayrılmamaya karar vermişler.

Ama model aynı olduğu, hepsi gözlerinin gördüklerine tam bir doğrulukla bağlı kaldığı, hepsi de yetenekli sanatçılar oldukları halde gene de sonunda, dört ressamın kişilikleri kadar birbirinden apayrı dört resim meydana gelmiş.” SINIRSIZ GERÇEKLİKSINIRLI İMGE Nesnel gerçekliği bütünüyle yansıtamamak bir yetersizlik ya da yeteneksizlik değil imgenin doğasında bulunan yapısal bir sonuçtur.

Çünkü sonsuz bir ayrıntı alanıyken gerçeklik, imgeler sonlu bir dilin içinden geçerek kurulur.

Bir manzaranın içindeki taş, taşın gölgesi, gölgenin tonu, o tonun hava sıcaklığıyla değişen yapısı… ve buna benzer binlerce bağlantı… birbirine eklemlenerek neredeyse sınırsız bir akış yaratır.

Bu bakımdan, kendini bütünüyle sunmakta cömerttir gerçeklik; hatta fazlasıyla cömerttir.

Hiçbir şeyi gizlemeden, neyi varsa, yığılır üzerine sanatçının.

Ama sanatın kullandığı araçlar, bunu bütünüyle taşıyacak genişlikte değildir.

Öyleyse imge, kaçınılmaz olarak, gerçekliğin kendisi değil, onun içinden seçilmiş bir kesittir.

Bir çerçeve, bir ölçekleme… Sonlu bir dilin içinden geçerek kurulur imge: Ressamın paletinde birçok renk olabilir; yine de o renklerle bütün dünyanın devinimi yakalanamaz.

Yazarın önünde binlerce sözcük durur, ama her sözcük bir kapı kapatır diğerini açarken.

Ses bile sınırlıdır; geride, bir melodinin taşıyamayacağı milyonlarca tını kalır.İmge, gerçeğin bir izdüşümüdür ama onun eşleniği değildir, o hâlde.

Onu bir harita gibi düşünebiliriz.

Değil mi ki harita için bazı yollar silinir, bazı dağlar küçültülür, bazı ovalar genişletilir; çünkü haritanın dili ancak buna elverir.

İşte imge, gerçekliğin bir haritası gibidir.

Çünkü gerçeklik ancak sınırlı bir dilde yeniden kurulabilir.Eksiltilen, yoğunlaştırılan, yeniden kurulan her şey, imgeyi bir kopya olmaktan çıkarır.

Ve belki de en önemlisi şuradadır: Gerçeğin geniş alanıyla imgenin sınırlı yapısı arasındaki fark, sanatçının bu farkla başa çıkma biçimi açısından, üslubun da zemindir.

GÖRMEK, SADECE GÖRMEK Mİ Gerçekliğin bütünüyle yansıtılamaması teknik eksiklikten ya da bilginin sınırlarından kaynaklanmaz; mesele daha derindedir.

Richter’in anısı bunu açıkça gösterir.

Ortada tek bir manzara vardır ama onu gören gözler farklıdır.

Birinin tuvalinde, sözgelimi, ışık neşeye çalar, diğerinde aynı ışık ağır bir hüznü doğurur; kimi ressam ayrıntıyı büyütür, ona bir kader yükler, kimi ayrıntıyı yalnızca ait olduğu yerde bırakır; birinin dünyası renklerden geçer, ötekinde çizginin titizliği baskındır.Bu farklılıkların sebebi, sanatçının baktığı nesneyi yalnızca bir optik işlemle görmemesidir.

Görme, onda belleğin izleriyle, sınıfıyla ve yetiştiği çevreyle, alışkanlıkları ve korkularıyla, kuşkuları ve umutlarıyla iç içedir.

Yani sanatçının her bakışı, bütün bir yaşamın süzgecinden geçmiş, sınanmış bir bakıştır.

Sanatsal imgenin gerçekliği dönüştürmesi de buradadır; çünkü tuvale düşen yalnızca manzara değil, o manzaraya bakan sanatçının birikimidir.Richter’in anısı, bu yüzden, yalnızca üslup farkları olarak da okunamaz.

Orada dört ayrı duyusal biçim, dört ayrı toplumsal derinlik de vardır.

Aynı manzaraya bakan dört göz, aslında dört ayrı hafıza, dört ayrı dünya tasavvuru, dört ayrı bilinçtir… Her biri, gerçeği kendi toplumsal ve tarihsel deneyimlerinde tartar.

Böylece gerçeklik, sanki tek bir yüzü varmış gibi davranan gündelik aklın aksine, sanatta çoğalır.

Gerçekliğin sanatta çoğalması, onun disiplinini yitirdiği anlamına gelmez.

Yani bu demek değildir ki sanat eseri her tür anlam yoruma açıktır ya da gerçeklikle tüm bağlarını koparmıştır.

Hayır, sanat eseri, gerçeklikle kurulan ilişkinin yoğunlaştırılmış hâlidir: seçilmiş, ayıklanmış, bir bilincin süzgecinden geçirilmiş...

Yani gerçekliğin rastgele bir bozumu değil, sanatçının tarihsel ve toplumsal konumundan güç alan bilinçli bir yeniden kuruluştur.

KOPYA DEĞİL YENİDEN KURMAK Lukács’ın “yansıtma” kavramını düşünelim.

Sanat, ona göre, gerçeğin mekanik bir kopyasını çıkarmaz; gerçekliğin özündeki toplumsal ilişkileri kavrayarak onları yeniden kurar.

Bir roman ya da resim, yüzeysel benzerlikten çok, özsel bağıntıları yakaladığında sanatsal forma ulaşır.

Fischer de sanatı, gerçekliği bozup dağıtan değil, onun gizli iç bağlantılarını görünür kılan bir etkinlik olarak tarif etmiştir.

Sanatçı, dünyayı olduğu haliyle değil seçerek, yoğunlaştırarak ve yeniden düzenleyerek kurar imgesini.Gombrich’in “şema” anlayışında bu durum daha belirgindir aslında.

Gombrich’e göre hiçbir sanatçı boş bir bakışla görmez; her bakış bellekteki kalıplar, beklentiler ve alışkanlıklarla şekillenir.

Dolayısıyla imge, gerçekliğin kendisi değil, sanatçının onunla kurduğu tarihsel ve kişisel ilişkinin özel bir biçimidir.

Forster’ın roman hakkındaki şu saptaması, görüşümüze bir dayanak sayılabilir: Romana aktarılan yaşam, der Forster, seçme ve düzenleme yoluyla belli bir bakış açısından sunulmuş, kendi içinde bütünlüğü ve anlamı olan bir yaşamdır.

Bu bakımdan biçim ve yöntem sorunlarına verilen önem, gerçek yaşamdan kaçış değildir; tersine onu en dolgun biçimiyle yansıtmak amacını güder.

İMGENİN GÜCÜ Şimdi, başlangıçtaki soruya, aynı gerçeklikten neden farklı imgeler doğduğu sorusuna yeniden dönebiliriz.

Yazı boyunca, gerçekliğin bütünüyle yansıtılamamasının nedeninin, insanın dünyayı kendi tarihsel ve toplumsal varoluşuyla birlikte kavraması olduğunu anlattım.

Bu yüzden imge, hiçbir zaman dünyanın donmuş bir kopyası olamaz.

Elbette bu, nesnel gerçekliğin olmadığı anlamına gelmez, ancak nesnel gerçekliğin tarihsel ve toplumsal koşulların ürünü olan bir bilinç tarafından kavrandığını gösterir.

Ve bu kavrayış, ne kadar derinse imgenin kurduğu dünya da o kadar anlamlı, o kadar gerçekçi ve o kadar yoğun olur.

Sanat, bu yoğunlukta, gerçeklikte, bu anlam yüklü derinliktedir.

Yani bir imgenin gücü, gerçeğe birebir benzemesinde değil, gerçeğin özünü hangi derinlikte yakalayıp dönüştürdüğündedir.

İlgili Sitenin Haberleri