Haber Detayı

Uzun Menzilli Bir Dostluk: Tahran’ın Aslan Kadınları Üzerine
Kültür-sanat cumhuriyet.com.tr
30/12/2025 14:03 (2 saat önce)

Uzun Menzilli Bir Dostluk: Tahran’ın Aslan Kadınları Üzerine

Marjan Kamali’nin Tahran’ın Aslan Kadınları romanı, daha ilk sayfalarda okuru iki yüzey arasında gezdirir: Biri cilalı bir mağaza zemini, diğeri hafızanın pütürlü, kolay silinmeyen yüzeyi. Ellie’nin Manhattan’daki parfüm tezgâhında duruşu-kendisini “bakımlı” bir role yerleştirmesi, adının yakasında bir kart gibi taşınması-bir kimliğin değil, bir düzenin gösterisidir. Satış görevlisi olmanın gerektirdiği küçük teatral jestler; mavi damarlı bileklere “iyilik bahşeder gibi” sıkılan koku; müşterinin kaçışı, diğerinin nezaketi…

Romanın dünyasında ilk gerçek şudur: Bugün dediğimiz şey, çoğu zaman bir rolün düzgün dikişidir; geçmiş ise o dikiş yerinden sızan bir renk gibi geri döner.

Bu dönüşün aracı, Kamali’nin iyi bildiği “duyu hafızası”dır.

Portakal, leylak, yasemin, gül… Bir koku sadece bir koku değildir; Ellie’nin bütün gün üzerine sinen parfüm, bir geceyi ve o geceye bağlanan “ihanet” fikrini çağırır.

Roman, hafızanın gelişini yüksek bir açıklamayla değil, bedene yerleşen bir iz gibi kurar.

Yıllar önce yaşanan bir kırılma, şimdi bir tütün kokusunun ekşiliğinde belirir; bir vişne reçelinin tadında yeniden kabarır; bergamot çayının buharında eski bir ad, yeni bir “aciliyet” kazanır.

Kitabın başına konan iki epigraf da bu yaklaşımı güçlendirir: Fürûğ Ferrûhzad’ın “Sevmek, sevmek, delicesine sevmek…” çağrısı ile George Lipsitz’in “uzun menzil” vurgusu.

Dalgaların yolculuğu, romanın yapısına dönüşür: Olaylar çoğu kez bir anda patlamaz; birikerek, güç toplayarak, görünmez akıntılarla yol alarak kıyıya vurur.

Ellie’nin hayatı da böyledir.

Bir mektupla “birdenbire” sarsılmış gibi görünen şey, aslında yıllardır içeride taşınan, yer değiştiren, bastırılan bir hatıranın gecikmiş varışıdır.

İKİ KIYI ARASINDA: ZAMAN ÖRGÜSÜNÜN DUYGUSAL MANTIĞI Roman, iki ana zaman hattını birbirine bağlayarak ilerler: 1981 New York ve 1950’lerin Tahran’ı.

Bu çift zamanlı kurgu, yalnızca merak unsuru yaratmak için değil, karakterin içindeki çatlağı görünür kılmak için çalışır.

Ellie’nin yetişkinlik hâli, çocukluğun kaybıyla açıklanır; çocukluğun ayrıntıları, yetişkinlikteki yarım kalmışlıkla anlamlanır.

Bu yapı, romanın duygusal mantığını kurar: İnsan, bugünde yaşar; ama geçmişin yükünü başka bir dilde konuşur. 1950’lerin Tahran’ında Ellie’nin hayatı babasının ölümüyle bir anda değişir: “yukarı yaka”dan payin-i şehr’e; geniş evden küçük eve; ayrıcalıktan daralmaya… Bu geçişte romanın en etkileyici kararlarından biri, kaybın yalnız ekonomik değil; dilsel ve simgesel bir kayıp olarak da gösterilmesidir.

Anne’nin “Asil bir soydan gelenler maaşlı işte çalışmamalıdır.” cümlesi, bir sınıf kültürünü tek hamlede kurar: Çalışmak, bir pratik değil; bir düşüş işaretidir.

Ellie’nin adı bile (Elaheh: “tanrıça”), annenin soy mitiyle birleşerek kimliği baştan biçimlendiren bir çerçeveye dönüşür.

Ve tam burada Hüma belirir: Ellie’nin yalnızlığına bir karşılık değil, o çerçevenin dışına açılan bir kapı gibi.

Hüma’nın “dizginlenemez” ruhu, romanın içinde bir canlılık biçimi taşır: oyunun, sokağın, çarşının, taş mutfağın bilgisi… Kamali, çocukluğun ayrıntılarını parlak bir kartpostal gibi sıralamaz; onları bir “bağ kurma tekniği” gibi kullanır.

Kapalı Çarşı’nın labirenti, sadece renkli bir mekân değil; iki kızın birlikte kaybolup birlikte buluştuğu bir ortak haritadır.

Elburz Dağı’na çıkıp Tahran’a bakmak, bir manzara sahnesi değil; “dünya bize aitmiş” duygusunun kısa süreli ama belirleyici bir ilanıdır. “ŞİR ZAN”: BİR SÖZÜN TAŞIDIĞI ETİK Romanın kalbinde dolaşan cümle bellidir: “Şir zan – aslan kadınlar.” Hüma’nın Ellie’ye verdiği bu ad, romanın sloganı olmaktan çok, hayat karşısında bir etik vaade dönüşür.

Çünkü bu söz, yalnız güçle değil; hayal kurma hakkıyla ilgilidir. “Şimdi yavruyuz belki…” cümlesi, büyümeyi bir biyoloji meselesi olmaktan çıkarır; büyümeyi bir kararlılık, bir dönüşüm, bir dayanıklılık pratiği olarak önerir.

Kamali’nin asıl başarısı, bu vaadi romantik bir yüceltiye çevirmeden sınamasıdır.

Ellie’nin yeniden “eski burjuva” hayata dönüşüyle Hüma’nın anılarının solması, yalnız kişisel bir unutma değildir; bir sınıf refleksidir.

Roman burada incelikli bir soru sorar: Hatırlamak da, unutmak da bazen bir ayrıcalık mıdır?

Bir dostluğu sürdürebilmek, sadece duygunun gücüne değil; hayatın verdiği imkânlara da bağlıysa “aslan kadın” olmak hangi zeminde mümkün olur?

Bu noktada roman, dostluğu idealize etmek yerine onu kırılgan bir anlaşma gibi ele alır.

Ellie’nin içindeki pişmanlık, yalnız bir duygusal yük değil; bir “kendini temize çekme” arzusuyla da karışır.

Anlatının itiraf tonunda dolaşan “suçlu hep bendim” gibi cümleler, okuru bir iç muhasebeye çağırır: İnsan, geçmişteki hatayı gerçekten görmek için mi anımsar; yoksa bugünkü benliğini korumak için mi?

KIRILMA ANI VE ROMANIN MESAFESİ Romanın dramatik merkezi “ihanet” fikridir: tek bir anın her şeyi değiştirmesi.

Bu tür bir kırılma, klasik anlatı açısından güçlüdür; çünkü hayatın geri kalanını o ana bağlayan bir düğüm kurar.

Kamali, bu düğümü okurun zihninde sürekli canlı tutar: İlk bölümde ihanetin gölgesi, her ayrıntıya ince bir sızı gibi yayılır.

Burada romanın en verimli gerilimi ortaya çıkar: İhanet, sadece iki kişi arasında yaşanan bir olay mıdır; yoksa bir dönemin, bir toplumun, bir korku ikliminin ürettiği bir davranış biçimi mi?

Kamali çoğu yerde ikinci ihtimali duyurur: mektupların açılabileceği bilgisi, “dobra yazan anne”, ülkenin tanınmaz hâle gelişi… Tüm bunlar, bireysel hikâyeyi tarihsel basınca bağlayan işaretlerdir.

Yine de roman kimi yerlerde, bu geniş basıncı karakterlerin iç dünyasına daha fazla yedirebilecekken dramatik düğümü hızla öne almayı tercih eder.

Bu, bir kusurdan çok bir tercihtir: Roman, toplumsalı “arkadaki rüzgâr” gibi hissettirmeyi seçer; rüzgârın yönünü uzun uzun tarif etmez.

NEW YORK: KAÇIŞIN DEĞİL, TAŞINAN HAYATIN MEKÂNI 1981 New York sahneleri de bu yüzden önemlidir: New York, “kurtuluş”un vitrini değil; geçmişin taşındığı bir yerdir.

Metro vagonundaki idrar ve nemli yün kokusu, kalabalığın içinde tanınmaz olmanın rahatlığı, Noel ışıkları… Ellie’nin şehirle ilişkisi, “yeni bir hayat” coşkusundan çok “kimsenin bilmediği bir yük” fikriyle örülür.

Sokakta pizza uzattığı yaşlı kadının gözleri, romanın etik sorusunu büyütür: Yardım etmek bir anlık merhamet midir; yoksa bir geçmişle hesaplaşmanın dolaylı biçimi mi?

Ellie’nin cebinden çıkan klipsli bozuk para kesesi, çocukluğun İran’ından kalan küçük bir nesne gibi okura şunu fısıldar: İnsan yer değiştirir; ama eşyalarla birlikte hafıza da yer değiştirir.

DOSTLUĞUN UZUN MENZİLİ Tahran’ın Aslan Kadınları, kadın dostluğunu “güvenli liman” romantizmiyle anlatmaz; onu sınıfın, tarihin ve kişisel korkuların sürekli sınadığı bir bağ olarak kurar.

En güçlü anlarında roman, iki kız çocuğunun kurduğu hayalin yetişkinliğe nasıl taşındığını değil, nasıl yaralandığını gösterir.

Çünkü asıl mesele, hayalin gerçekleşip gerçekleşmemesi değil; hayalin, hayatın yükünü taşırken neye dönüştüğüdür.

Roman bittiğinde geriye kalan duygu şudur: Bazı bağlar kopmaz; sadece uzaklaşır.

O uzaklık, bir mektubun zarfında yıllar sonra yeniden kapanabilir; ama kapanan şey her zaman yara iziyle kapanır. “Aslan kadın” olmak, bu romanda bir unvan değil; o yara izini inkâr etmeden yaşamayı öğrenmektir.

Ve belki de en zor soru şudur: Başkalarına yardım etmek, çocukken kurulan bir düşse… önce insanın, geçmişte bıraktığı dosta karşı sorumluluğunu hatırlaması gerekmez mi?

İlgili Sitenin Haberleri