Haber Detayı
Faşizm üzerine (4) - Faşizmin Öteki’si
Faşizm iyi olana imkân tanımaz; cemaatleşmiş, tarikat benzeri bir kültür üretir. Biz’i içerde homojenleştirmek için ötekiyi sürekli olarak tehdit hâline getirir.
Faşizmin en belirgin özelliklerinden biri, kendisini bir öteki üzerinden tanımlamasıdır.
İnsan dünyaya geldiğinde ilk öteki annedir: “Ben” olmayan, ben’in dışındaki kişi… Yabancı ve öteki çoğu kez aynı figürü işaret eder.
Başlangıçta bebek anneyle bir bütün sandığı hâlde, kısa süre içinde aralarında bir ekip çalışması oluşur.
Doğum da aslında bu iki tarafın ortak emeğidir.
İlk “biz”, anne ve bebeğin karşılıklı senkronizasyonuyla kurulur.
Ben ve sen, iki ayrı birey iken aralarındaki benzerlikler yoluyla “biz” ortaya çıkar.
Zamanla bu “biz” genişler: aile, akrabalar, aşiret, millet, aynı dine mensup olanlar… “Biz”e dahil olabilmek için kişi benzerlikleri artırır; bireysel olanı törpüler.
Çünkü biz’in uyumlu kalabilmesi için içinde doğan çelişkiler dışarıya aktarılır.
İyi olan biz’e, kötü olan ötekine yazılır: Biz kahraman, mert ve dürüstüz; öteki hain, alçak ve namerttir.
Biz sevgi doluyuz; öteki düşman ve saldırgandır.
Yani biz’in kimliği, ötekiye projeksiyonlar üzerinden inşa edilir.
Yabancı, insanda aynı anda merak ve tedirginlik uyandırır.
Çünkü her “biz”, içinde bastırılmış çatışmalar barındırır ve yabancının bu çatışmalarda kimin yanında yer alacağı belirsizdir.
Örneğin bir evde karı-koca arasında çatışma vardır.
Eve bir misafir gelir.
Her iki taraf da yabancının kendi haklılığını onaylamasını ister fakat bu belirsizlik tedirginlik yaratır.
Buna rağmen merak ilişkilenme ihtimalini doğurur.
Reel ilişki çoğu zaman içimizdeki temsilcileri dönüştürür.
Bir Kürt hakkında “Yabani, feodal, medeniyetsiz” diyen bir kimse, pozitif bir kişisel deneyim sonrası düşüncesini değiştirebilir.
Çünkü tanıştığımız her kişi içimizde bir temsilci olarak yaşamaya başlar: O yanımızda olmasa da ilişki içsel olarak sürer.
Bu nedenle: Psikoloji aynı zamanda iç sosyolojidir.
İçimizde yüzlerce temsilci yaşar.
Türkiye’de faşizmin temel sorunlarından biri, iç temsilcilerin değişime kapatılmasıdır. “Benim de Kürt komşum var, Kürtlerle sorunum yok” cümlesi bunu gösterir: Reel ilişkide dönüşüm olmuş olsa bile, kişinin iç dünyasındaki Kürt imgesi beton gibi yerinde duruyorsa hiçbir şey değişmemiştir.
Faşizm yalnızca ötekileştirmez; ötekini düşmanlaştırır.
Onu şeytanlaştırır, ondan tiksinmemizi sağlar.
Dahası, ötekiyle pozitif reel temasın önünü keser.
Çünkü temas, propagandanın kurduğu imgeleri yıkar.
Naziler iktidara yürürken Yahudileri “mikrop”, “veba”, “seks düşkünü canavarlar” olarak sunuyordu.
Böylece merak sıfırlanıyor; korku ve tiksinti en yüksek düzeye çıkarılıyordu.
Faşizmin hedefi budur: Ötekiyle ilişki ya hiç olmayacak ya da yalnızca vahşet üzerinden kurulacaktır.
Faşizm iyi olana imkân tanımaz; cemaatleşmiş, tarikat benzeri bir kültür üretir.
Biz’i içerde homojenleştirmek için ötekiyi sürekli olarak tehdit hâline getirir.
Bu yüzden faşizmi anlamak için şu soruyu sormak gerekir: İnsan öteki hakkında ne düşünüyor?
Ne hissediyor?
İç dünyasında ötekiyi nasıl temsil ediyor?
Faşizmin gerçek cephesi, tam olarak orada, içsel sahnede kuruludur.
Faşist Propagandanın Dönüşümü Geleneksel toplumlarda bireyler aile içinde hazır bir pozisyona doğarlardı.
Çobanın oğlu çoban, ırgatın kızı ırgat olurdu.
Toplumsal hiyerarşi Tanrı’nın düzeni sayıldığı için eşitsizlik doğal ve meşru kabul edilirdi.
Bu düzenin dışına çıkmak istisnaydı; kararlar kolektif alınır, hayat “doğal akışı içinde” sürerdi.
Modernizmle birlikte bireyleşme ve çoğulluk hayatın merkezine yerleşti.
Monokültürler çözülürken kişi artık kendi hayatının mimarı hâline geldi.
Ancak bu özgürleşme aynı zamanda kırılganlık yarattı: Toplumsal hiyerarşideki konumu artık bireyin kendi başarısı belirliyordu.
Ve birinin kazanması, çoğu kez başka birinin kaybetmesi anlamına geliyordu.
Carolin Amlinger ve Oliver Nachtwey’in Gekränkte Freiheit (2022) adlı eserlerinde belirttiği gibi, modern birey eşitsizliğin sorumluluğunu artık Tanrı’ya değil kendisine yüklüyor: İşsiz, işsizliğinden; yoksul, yoksulluğundan sorumludur.
Böylece yapısal sorunlar bireyselleştirilmiş oluyor.
İnsan hem özgür hem de başarısızlığının yükü altında ezilen bir özneye dönüşüyor.
Tam da bu noktada faşizm devreye giriyor.
Faşizm, modern bireyin yaşadığı bu çelişkilerden beslenir, ancak çözmez: Sınıfsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı vaat etmez.
Başarısızlığın faturasını ötekiye, hainlere, dış güçlere çıkarır.
Karmaşık toplumsal sorunlara basit açıklamalar getirir. “Sen suçlu değilsin.
Sizi zayıflatıyorlar.
Birlik olursak kazanırız!” Bireysel kırılganlık kolektif narsisizmle telafi edilir.
Böylece mutsuz birey, “mağdur edilmiş bir milletin onurlu üyesi” olarak yeniden değer kazanır.
Carolin Amlinger ve Oliver Nachtwey özgürlüğü iki temel boyutta ele alırlar: negatif özgürlük ve pozitif özgürlük.
Negatif özgürlük, bireyin dış dünyadaki engellerden arındırılmış bir yaşam sürmesi anlamına gelir; burada temel beklenti “Bana kimse karışmasın.” ifadesinde karşılık bulur.
Pozitif özgürlük ise bireyin kendi yaşamını şekillendirme ve kendi kararlarını verebilme kapasitesini vurgular; “Kendi kararlarımı verebilirim.” düşüncesiyle özetlenebilir.
Özgürlük hem dışsal baskıların yokluğunu hem de bireyin özneleşmesini kapsar.
Modern birey, pozitif özgürlüğün yükünü taşırken, eşitsizliklerin ve rekabet baskısının içinde kırılgan hâle gelir.
Faşizm tam da bu kırılganlığa seslenir ve özgürlüğü basitleştirici, yanıltıcı bir biçimde yeniden tanımlar.
Faşist propaganda, pozitif özgürlüğe ulaşmanın yolunun, öncelikle negatif özgürlüğü engelleyen unsurların ortadan kaldırılmasından geçtiğini iddia eder.
Bu “engeller” çoğunlukla ötekiler olarak belirlenir: yabancılar, muhalifler, azınlıklar… Böylece bireyin yaşadığı güçlüklerin kaynağı toplumsal ya da ekonomik dinamiklerde değil, somut düşman figürlerinde bulunmuş gibi gösterilir.
Faşist söylemin etkileyiciliği, faşist aktörlerin kendilerini halkın avukatı gibi konumlandırmalarından gelir.
Ancak burada “halk” sol söylemde olduğu gibi tüm yurttaşları kapsayan bir kavram değildir; yalnızca faşist kitlenin kendisini ifade eder.
Faşizm, kendisini “haklı öfkenin temsilcisi” olarak sunar ve sürekli bir mağduriyet duygusunu canlı tutar: “Sen özgür olamıyorsun, çünkü seni engelliyorlar.” “Biz bu engelleri ortadan kaldırırsak hepimiz özgür olacağız.” Böylece özgürlüğün koşulu, düşmanın yok edilmesi olarak kurgulanır.
Özgürleşme vaadi, aslında ötekine yönelik baskının, şiddetin ve zorbalığın meşrulaştırılmasına dönüşür.
Faşizm, bireyin özgürlüğünü koruduğunu iddia ederken, tam tersine bireyselliği yok eder; karar verme gücünü kolektife ve lidere devreder.
Sonuçta kişi özgürlük adına itaate çağrılır: “Biz’in içinde yer al, o zaman özgür olursun.” Özgürlük söylemi böylece tersine çevrilir: Kişi kendisi adına karar vermekten vazgeçtiği ölçüde “özgür” sayılır.
Faşizm bireyin kırılganlığını gidermeyi değil, onu manipüle ederek kolektif bir güç illüzyonuna dönüştürmeyi hedefler.
Bu atmosferde özgürlük, baskının yeni adı olur.
İronik olan şudur ki: Faşizm, özgürlüğün düşmanı olduğu hâlde, kendisini özgürlüğün savunucusu olarak sunar.
Çünkü faşizmin özü, otoriter ve hiyerarşik bir toplumsal düzen arzusudur; farklılığa değil, itaat ve tek sesliliğe dayanır.
Faşizmin Propaganda Avantajı — Türkiye Örneği Türkiye’de bu kırgınlık ve karmaşa, siyasal propagandanın en verimli zeminlerinden birini oluşturur.
Faşist söylem, toplumsal eşitsizlikleri ve rekabet baskısını çözmeyi vaat etmez; bunun yerine başarısızlığın faturasını ötekilere çıkarır.
Suç bireyde değil, dış güçlerdedir.
Yakın Türkiye siyasi tarihinde bunun sayısız örneği vardır: “Bizi çekemiyorlar”, “Ekonomik saldırı altındayız”, “Dış güçler bizi kıskanıyor” gibi söylemler toplumun sıkıntılarını komplo mantığı içinde yeniden kodlar.
Böylece gerçek sorunların kökenini araştırmak yerine, günah keçileri hızla belirlenir: Kürtler, Yahudiler, Suriyeliler, LGBTİ+ bireyler… Sorun sen değilsindir; seni zayıflatan karanlık güçlerdir.
Bu söylemler millî onur politikalarıyla birleştiğinde, eleştiri dahi vatana saldırı olarak sunulur.
Bir ekonomistin uyarısı “devleti kötüleme”, basın özgürlüğü talebi “devleti yıpratma”, adalet çağrısı “terör destekçiliği” olarak çerçevelenir.
Bireyin yaşadığı somut sorun, milletin yarasına dönüştürülür.
Böylece toplumsal meseleler rasyonel zeminden çıkar, duygusal milliyetçiliğin hararetli atmosferine taşınır.
Faşist propaganda özellikle kolektif narsisizmi harekete geçirir. “Biz büyük bir milletiz, bize kötülük yapıyorlar” söylemi, halkı hak edilmiş öfkeye davet eder.
Kişisel değersizlik duygusu, “mağdur ama büyük” bir millete ait olmanın gururuyla telafi edilir.
Birey kendisini başarısız hissetse bile biz’in içinde yer alarak yüceltilir; değeri benlikten değil cemaatten gelir.
Bu cemaatçilik içinde şiddet ve güç figürleri “kahramanlaştırılır.” Türkiye’de bazı mafya liderlerinin, devlet adına vurduğu, “onuru koruduğu” iddiasıyla yüceltilmesi bunun çarpıcı örneklerindendir.
Hukukun yerini kabadayı adaleti alır; öfke kutsanır ve şiddet bir tür duygusal intikam aracına dönüşür.
Çünkü faşizm karmaşık gerçekliklere karşı basitleştirici bir psikolojik rahatlama sunar: Sınırları kapatalım biter, idam geri gelsin sorun çözülür, ihanet edenin kafasını koparalım düzen sağlanır.
Kitle psikolojisi için düşünmek yorucuyken, öfkelenmek kolay ve tatmin edicidir.
Sonuç olarak modern Türkiye’de kitlelerin öfkesini örgütleyen siyaset, bireyin kırılganlığını bir silaha dönüştürür.
Sorumluluk bireyin üzerinden alınır; öfke dış düşmanlara yönlendirilir, topluluk narsisizmi pompalanır; şiddet “haklı öfke” adıyla meşrulaştırılır.
Tüm bunlar faşist siyasal kültürün kökleşmesine elverişli bir duygusal zemin yaratır.
Modernleşmenin ürettiği yalnızlık ve güvensizlik, basit çözümler ve kolektif aidiyet vaatleriyle aldatıcı biçimde tedavi edilir.
Bu nedenle faşizmi anlamak, yalnızca siyasal programları değil, kırgın bireyin duygusal ihtiyaçlarının hangi söylemlerle karşılandığını da analiz etmeyi gerektirir.
Faşist Örgütlenmeler Faşist örgütlenmeler hiyerarşiktir; kişi bu hiyerarşideki yerini “hak etmek” zorundadır.
Gruba dahil olanlar farklılıklarını en aza indirerek benzeşir; bu benzeşme zamanla aynılaşmaya dönüşür.
Giyim tarzları, jest-mimikleri, konuşma biçimleri, davranış kalıpları birbirine yaklaşır; bir kitle mimarisi ortaya çıkar.
Üniforma, semboller ve şekilcilik tam da bu nedenle önem kazanır.
Askerî yapılanmalarda bunun en çıplak halini görürüz: herkes aynı adımla yürür, aynı selamı verir, aynı tıraş modeline sahip olur.
Faşist özne bazen sadece bıyığından, postüründen, yürüyüşünden bile tanınır.
Neo-Nazilerin Hitler tıraşını ve beden dilini taklit etmeleri bu mimarinin görünür simgeleridir.
Kitleleşme, birlikte itaati doğurur.
İtaat, bireysel özgürlükten feragat anlamına gelir; çünkü bir yerde itaat varsa, orada kaçınılmaz biçimde hiyerarşi vardır.
Hiyerarşiyi kabul eden özne, özgürlüğü zaten terk etmiştir.
Bir dönem Türkiye’de “özel harekât” romantizasyonu yaygındı; militarist marşlar, kahramanlık hikâyeleri dolaşıma sokulurdu.
Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla militarist gösteriler bu kez online kahramanlıklara dönüştü.
Paul Mason’ın belirttiği gibi (Faschismus, 2022), faşist etkinlikler hikâyeleştiriliyor: özel harekâtçıların masalsı, doğaüstü kahramanlık anlatıları dolaşıma sokuluyor; acı ve hüzün bile dramatik bir mobilizasyon aracına dönüştürülüyor.
Bu masalsı söylem, tarihsel faşizmin kitleleri büyüleme yöntemleriyle kesişir.
Çocuklarda üniformaya yönelik bir heves her zaman olmuştur: pilot, asker, hostes, polis, hâkim gibi mesleklerdeki üniforma, hem gruba aidiyeti hem de gruptan ayrışmayı simgeler — “Ben sizdenim ama aynı zamanda sizden farklıyım.” Carolin Amlinger ve Oliver Nachtwey’in son çalışmalarında (Zerstörungslust, 2025), geleneksel faşizmin bu üniforma hevesini propaganda için ustaca kullandıkları vurgulanır.
Türkiye’de faşist hareketlerin Mehter Marşı gösterileri de hem askerî hem de üniformalı heveslerin siyasal araçsallaştırılmasıdır.
Faşizan kültürün bir başka görünümü, çocuklara askerî kıyafetler giydirilmesi ve askerî figürlerin özendirilmesidir.
Bu durum, erken yaşlardan itibaren itaat, savaş ve kahramanlık imgelerinin çocuk zihnine yerleştirilmesi anlamına gelir.
Üniforma, bedeni yalnızca giydirmez; kişinin kimliğini yeniden biçimlendirir.
Çocuklar pilot, asker, polis gibi üniformalı mesleklere öykünerek, daha en baştan şiddeti, gücü ve hiyerarşiyi cazip bir role dönüştürürler.
Bu, militarizmin kültürel olarak içselleştirilmesinin en etkili araçlarından biridir.
Mason’dan söz etmişken, onun bir başka önemli tespitine de değinmek gerekir.
Paul Mason, Türkiye, Rusya ve Filipinler gibi ülkelerde otoriter liderlerin Hitler’den çok Mussolini’yi model aldıklarını belirtir.
Çünkü Mussolini’nin stratejisi, yalnızca totaliter bir devlet inşa etmek değil; aynı zamanda bunun görsel-ritüel boyutlarını da ustalıkla kullanmaktı: kitlesel gösteriler, semboller, askerî disiplin, millî gururun sahnelenmesi… Mason’a göre günümüz otoriter liderleri de iktidarlarını sağlamlaştırmak için bu taktikleri yeniden üretiyorlar: Görünürlüğü artıran törenler, militarize edilmiş semboller, lidere coşkulu bağlılık gösterileri, kamusal alanın teatral biçimde yeniden düzenlenmesi.
Bu nedenle çağdaş otoriterlik, yalnızca hukuki ve siyasal baskılarla değil, gösteri toplumunun araçlarıyla da işliyor; siyaset giderek bir sahne performansına dönüşüyor.
Günümüzde faşizmin yeniden güç kazanmasının ardında bir dizi tarihsel ve toplumsal etken bulunur.
Modernizmin özgürlük, bağımsızlık, kardeşlik, adalet ve eşitlik vaatlerini tam olarak gerçekleştirememesi büyük bir düş kırıklığı yaratmıştır.
Medya çağında dünyanın dört bir yanından sürekli kötü haber almak, bireyin kendisini güçsüz ve etkisiz hissetmesine yol açmakta; insanlar bu çaresizlikten kurtulmak için yeniden ben’den biz’e yönelmektedir.
Modernleşme bireyi özgürleştirirken yalnızlaştırmış; faşizm ise tam bu yalnızlığı cemaat duygusuyla doldurmaktadır.
Paul Mason’a göre liberalizmin krizi de faşizmin yükselişinde kritik bir rol oynar: zengin–yoksul arasında uçurum derinleşirken, dev şirketler demokratik olmayan ama dünya çapında etkili yapılar hâline gelmiştir.
Yani dünyayı politik olarak değil ekonomik güce sahip aktörler yönetmektedir.
Bunun yarattığı adaletsizlik ve temsil krizini faşistler kendi lehlerine çevirir.
Günümüz faşistlerinin ortak özelliklerinden biri de ekolojik yıkımı inkâr etmeleri veya önemsizleştirmeleridir.
Kadın düşmanlığı, cinsiyetçilik, cinsel yönelim ve yaşam tarzlarına müdahale, entelektüel düşmanlığı bu yeni faşizmin belirgin unsurlarıdır.
Mason Trump’ın klasik anlamda faşist olmadığını söyler çünkü tarihsel faşizm ciddi, tutarlı ve disiplinli görünmeye önem veriyordu.
Oysa günümüz faşist figürleri alaycı, tutarsız ve çoğu zaman komik karakterler olarak dolaşır; söyledikleriyle davranışları arasındaki uçurumu sorun etmeyen bir faydacılığa sahiptirler.
Yalan söylemek, çelişkili açıklamalarda bulunmak onlar için bir problem değildir; yeter ki kitle psikolojisi hareketlensin.
Buna rağmen temel ideolojik hatları tarihsel faşizmle büyük ölçüde örtüşür.
Kısacası, günümüz faşizmleri dönüşmüş, uyarlanmış, yöntem ve retorik bakımından melezleşmiş faşizmlerdir.
Trump belki bir “Faşist Führer” değil; ancak faşizmin yolunu açan, faşist hareketlere sürekli destek veren bir figürdür.
Faşizm, Liberalizm ve Sembolik Siyaset Faşizmi inceleyen birçok düşünür, günümüz faşizminin özellikle liberalizme karşı savaştığını vurgular.
Oysa tarihsel olarak durum her zaman böyle değildi.
Zeev Sternhell’in (2019) Faşistische Ideologie adlı çalışmasında belirttiği gibi, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında faşizm, Aydınlanma düşüncesinin ve liberal fikirlerin etkisi altında gelişti; hatta solun güçlü olduğu dönemlerde faşizm ile liberalizm zaman zaman yan yana yürüdü.
Bu birliktelik, tarihsel koşullar değiştikçe sona erdi ve faşizm giderek liberalizme düşman bir ideolojik kimlik kazandı.
Faşist söylemlerde ülke, sık sık bir insan gibi metaforize edilir.
Devlet, onuru olan bir kişidir; incinir, aşağılanır, acı çeker ve intikam almalıdır.
Bu nedenle, ulusal onurun zedelenmesi faşist propaganda için güçlü bir yakıt görevi görür.
Türkiye’de de askerlerin başına geçirilen çuval olayı veya yabancı bir din adamının serbest bırakılması, “ülkenin onuru incitildi” söylemiyle kitlesel öfke mobilizasyonuna dönüştürülmüştür.
Bu hikâyelerde halk, “vatana ve onuruna sahip çıkmaya” çağrılır.
Frédéric Gros’un Warum Krieg? (2024) adlı kitabında belirttiği gibi, günümüz şiddet hareketlerinin amacı çoğu zaman “mücadeleyi kazanmak” değil, ses getirmek; aşağılanmayı cezalandırmak ve bir misilleme duygusunu tatmin etmektir.
Faşist ideoloji de bu mantıkla çalışır: Çuvalın intikamı sembolik olarak alınmalıdır; “şımarmış” görülen öteki cezalandırılmalıdır.
Bugünün faşizmi, kitleleri etkilemek için sembolik politikalar ve sembolik eylemlere büyük önem verir.
Çünkü: Utanç kültürlerinde sembolün kendisi, gerçekle yarışan bir etkiye sahiptir.
Sembolik kahramanlık gösterileri, milliyetçi duyguların hızla köpürmesine yol açar.
Mafya liderlerinin kimi zaman “kahramanlaştırılması” tam da bu sembolik eylemlerin ve aşağılama–intikam döngüsünün bir uzantısıdır.
Faşizm, kitle psikolojisini tam da bu duygusal mekanizmalardan besleyerek ayakta tutar.
Devam edecek…