Haber Detayı
Birleşmiş Milletler salonlarında insanlık sınavı
Birleşmiş Milletler salonlarında insanlık sınavı
İnsani yardımın oyu olur mu?
Bu soru, insanlığın ortak vicdanına yöneltilmiş en yalın ama en sarsıcı sorulardan biridir.
Çünkü insan hayatının, çocukların, hastaların, yaşlıların ve sivillerin kaderi sayısal bir bilançoya indirgenemez.
Oysa geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler (BM – Birleşmiş Milletler / United Nations: II.
Dünya Savaşı’nın yıkımı sonrası, uluslararası barışı ve güvenliği korumak, savaşları önlemek, insan haklarını savunmak ve insani felaketleri engellemek amacıyla 1945’te kurulan küresel örgüt) salonlarında tam olarak bu yaşandı.
Gazze’deki ağır insani tabloya ilişkin 12 Aralık 2025 tarihinde Gazze’ye Tam Yardım Erişimine ilişkin karar tasarısı oylamaya sunuldu; 139 ülke “evet”, 12 ülke “hayır”, 19 ülke çekimser oy kullanarak Karar kabul edildi.
Vicdan, insanlığa doğuşla armağan edilmiş en temel değerdir.
Ama vicdan da terk edilirse geriye ne kalır biliyor musunuz?
İnsanlık adına koca bir HAYIR kalır.
Bu oylama teknik bir diplomatik prosedür değildi.
Ne sıradan bir tavsiye metniydi ne de bürokratik bir formalite.
Bu oylama, küresel sistemin ahlaki röntgeniydi.
Sonuçlar açık ve çarpıcıydı: 193 üye ülkeden 139’u “evet”, 12’si “hayır”, 19’u ise çekimser oy kullandı.
Tasarı, Gazze’ye insani yardımların tam ve engelsiz biçimde ulaştırılması çağrısıyla, yaşanan insanlık dramına dikkat çekiyordu. ‘HAYIR’ OYU VEREN ÜLKELER “Hayır” oyu veren ülkelerin listesi de tarihe not düştü: ABD, İsrail, Arjantin, Fiji, Macaristan, Mikronezya, Nauru, Palau, Papua Yeni Gine, Paraguay, Tonga ve Tuvalu. (Bu isimlerin yan yana gelişine dikkat edin: büyük güç ile küçük ada devletleri aynı “hayır” çizgisinde buluşuyor; işte uluslararası siyaset dediğimiz çıplak gerçek bazen tam da budur.) Peki bu oylamaya göre sonuç ne oldu; yani “insani yardım gidecek mi?” Burada acı bir ayrım var: BM Genel Kurulu kararları hukuken bağlayıcı değildir; bir ülkeyi zorla ateşkese mecbur bırakamaz.
Ama bu, kararın boş kâğıt olduğu anlamına da gelmez.
Bu karar, Dünyanın vicdan terazisini gösterir; diplomatik baskıyı büyütür; insani yardımın önünü açmak isteyen aktörlere meşruiyet ve siyasi dayanak verir (ve aynı zamanda engelleyenlerin kim olduğunu da bütün dünyanın gözü önüne serer).
Gelelim asıl “insanlık sınavı”na… Bugün “hayır” ya da “çekimser” deme konforuna sığınan ülkeler, kendi tarih sayfalarında savaşın, yıkımın, işgalin, açlığın ve felaketin ne demek olduğunu bilmeyen ülkeler mi?
Tam tersine: Büyük çoğunluğu ya bizzat yaşadı ya da kolektif hafızasında taşıyor.
SAVAŞ MAĞDURLUĞU DENİNCE… Örneğin “savaş mağdurluğu” denince, Avrupa’nın 20. yüzyıl hikâyesi tek başına yeter: şehirler yıkıldı, nüfuslar yer değiştirdi, kıtlıklar yaşandı, sivil kayıplar tarihin en karanlık sayfalarına yazıldı.
İngiltere “Blitz” bombardımanlarını (II.
Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sının Birleşik Krallık’a karşı yürüttüğü 43.000 sivilin hayatını kaybettiği yoğun ve sistematik hava saldırılarıdır.) yaşadı; kıta Avrupası topyekûn savaşın sahnesi oldu.
Savaşın ortasında “kim yardım etti?” sorusunun cevabı da nettir: ABD’nin Lend-Lease (Ödünç Verme-Kiralama) sistemi; mühimmattan gıdaya, kamyondan uçağa kadar müttefiklere devasa bir destek mekanizması kurdu.
Ardından savaş bittiğinde bile yıkım bitmedi; açlık, yoksulluk, altyapı çöküşü sürdü.
Bu kez, Marshall Planı (II.
Dünya Savaşı sonrasında yıkıma uğrayan Avrupa’nın ekonomik ve toplumsal olarak yeniden ayağa kaldırılması için ABD tarafından başlatılan kapsamlı bir yardım programı) devreye girdi: Batı ve Güney Avrupa ekonomilerini ayağa kaldırmak için büyük bir yeniden inşa programı uygulandı.
Şimdi durup şu soruyu sormak gerekiyor: Tarihinin bir döneminde “yardım eli” beklemiş (hatta hayatta kalmak için buna muhtaç olmuş) bir uluslararası düzen içinde, bugün “insani yardıma” karşı “hayır” demek ne anlama gelir?
Bu, sadece bir dış politika tercihi değil; hafızanın, vicdanın ve insanlık iddiasının inkârıdır.
Doğal afet açısından bakınca tablo daha da çarpıcıdır.
Bugün “hayır” oyu veren ya da “çekimser” kalan birçok ülke, depremi, tsunamiyi, seli, yangını, kasırgayı yaşamış; “uluslararası dayanışma” dediğimiz kavramı fiilen tecrübe etmiştir.
Japonya 2011 depremi ve tsunamisinde Dünyanın dört bir yanından yardım teklifleri aldığını resmi kayıtlara geçirmişti.
Kanada, Avustralya, Almanya, Hollanda, İtalya gibi ülkeler; yakın dönemde büyük yangınlar, seller, depremler yaşadı ve dış yardım/uluslararası destek mekanizmaları gündeme geldi (Pasifik ada devletleri ise iklim kaynaklı afetlere karşı en kırılgan halkalardan; kasırga, deniz seviyesi yükselmesi ve altyapı zayıflığı onları daha da savunmasız kılıyor.) VİCDANIN ÜZERİNE ÇÖKEN SİYASET DİLİ Tam da bu yüzden, “neden böyle bir oy verirler?” sorusunu yüzeyde bırakmak doğru olmaz.
Çünkü burada, vicdanın üzerine çöken üç katmanlı bir siyaset dili var: Birincisi, ittifak bağımlılığı ve güvenlik şemsiyesi.
Bazı küçük ada devletlerinin ABD ile ilişkisi klasik “dostluk” kalıbını aşar; ekonomik yardım, savunma ve stratejik erişim başlıklarıyla örülü kurumsal antlaşmalar söz konusudur.
Örneğin Mikronezya ve Palau gibi “serbest ortak” statüsündeki Pasifik ülkeleri, ABD ile COFA (Compacts of Free Association-Serbest Ortaklık Antlaşmaları) çerçevesinde ekonomik destek ve güvenlik düzenlemeleri yürütür.
Bu tür ülkeler için BM oyu bazen “vicdani duruş” olmaktan çıkar; büyük güçle kurulan ilişkinin gölgesinde, “stratejik sadakat testi”ne dönüşür.
İkincisi, iç siyaset ve ideolojik hizalanma.
Bazı hükümetler, dış politikayı iç siyasete malzeme eder; “sert” duruşu bir tür kimlik göstergesi gibi kullanır.
Gazze konusunda “hayır” ya da “çekimser” çizgisi, kimi başkentlerde “Batı blok disiplinine” ya da “İsrail’le yakın ilişkilerin korunmasına” bağlanır.
Bu, insani felaketi bir “güvenlik söylemi” içine sıkıştırmanın tipik sonucudur.
Üçüncüsü, diplomasinin ‘seçici insan hakları’ geleneği.
Uluslararası sistem yıllardır aynı suçu işliyor: İnsan hakları, evrensel bir ilke olmaktan çıkıp jeopolitik bir enstrümana dönüşüyor.
Bir yerde siviller ölünce “endişe”, başka yerde ölünce “meşru müdafaa” deniyor.
Bir yerde abluka “insanlık suçu”, başka yerde “güvenlik önlemi” sayılıyor.
Bu seçicilik, BM salonlarında oya dönüşüyor; o oy da insanlığın nabzını düşürüyor.
Şimdi asıl cümleyi kuralım: Gazze’de çocuklar enkaz altından çıkarılırken, hastaneler vurulurken, su ve ilaç erişimi tartışma konusu yapılırken “hayır” demek; gerçekte “biz çıkarlarımızı insan hayatının önüne koyarız” demektir.
Çekimser kalmak ise “görüyor ama karışmıyoruz” rahatlığıyla suça mesafe koymak değil; çoğu zaman suça alan açmaktır.
Bu nedenle altını çizerek söylüyorum: Bu oylama bir karar metni değil, bir ahlak testiydi.
Ve ne yazık ki bazı ülkeler bu testte sınıfta kaldı. “Hayır” diyenler, yalnızca bir tasarıya değil; insanlığın ortak vicdanına da “hayır” dedi.
Çekimser kalanlar ise vicdan çağrısını gri bir alana gömdü.
Küresel kamuoyu artık şunu net biçimde görüyor: BM salonlarında insanlık sınavı veriliyor.
Kimi ülkeler bu sınavdan yüz akıyla çıkarken, kimileri tarihe utanç hanesine yazılacak bir not düşüyor.
Gazze’de yaşananlar elbet bir gün dinecek; ama bu oylamanın kaydı kalacak.
Ve tarih, aynı soruyu ısrarla soracak: Savaş ve felaket günlerinde size uzatılan “yardım eli”ni hatırladığınız hâlde, Gazze’de yardım için siz hangi oyu verdiniz?