Haber Detayı
Faşizm ve mitolojiler (3)
Geleneksel faşizm, büyük bir tarihsel travmanın ardından ortaya çıktı. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım, yenilgi duygusu, ekonomik çöküş, yoksulluk ve varoluşsal belirsizlik, faşizmin psikopolitik zeminini oluşturdu.
Her şeyin akışkan, hızla değişen ve sabitlik duygusunu aşındıran bir çağda yaşıyoruz.
Böylesi bir dönemde, değişmeyen, yüzyıllardır aynı kaldığı varsayılan, “arı”, “yüce”, “kahraman” bir kimlik tasarımı insanların gözünde giderek daha çekici hâle geliyor.
Irkçılık tam da bu noktada işlev görüyor: kolektif kimliği tarihsel olarak sabitleyerek, değişim çağında bir tür baraj işlevi görüyor.
Wilhelm Schmid, Die Suche nach Zusammenhalt (2025) adlı eserinde kimliğin bu çekiciliğini şöyle açıklar: Akışkanlık çağında, kimlik bir “idem” —yani Latince köküyle aynı kalan şey—olarak düşünülür.
Değişen dünyanın ortasında, hiç değişmeyen bir özün vaadi.
Bu, belirsizlikten bunalan özne için güçlü bir cazibe oluşturur.
Fakat bireyleşme süreci tam da burada kırılganlaşır.
Modern benlik, sürekli “ben, ben, ben…” diyerek kendisini merkeze yerleştirirken aynı zamanda giderek daha hassas hâle gelir.
Günlük hayattaki küçük narsistik incinmeler, öznenin benliğini inceltir ve kırılganlaştırır.
Bu nedenle kolektif kimlik — “Türklük”, “Müslümanlık”, “Beyazlık”, “Batılılık” — kırılgan benlik için bir sığınak işlevi görür.
Kişi bireysel zayıflıklarını, grup aidiyetiyle maskeler; benliğinin sarsılan sınırlarını kitle içinde sağlamlaştırır.
Gruba dahil olanlar, farklarını en aza indirerek benzeşir; bu benzeşme zamanla aynılaşmaya dönüşür.
İnsanların giyim tarzları, davranış kalıpları, konuşma biçimleri birbirine yaklaşır; bir kitle mimarisi oluşur.
Şekilciliğin, üniformanın, sembollerin öneminin artması da bunun sonucudur.
Kamuflaj giysiler çok moda.
Seksi olmak için bile askeri giysiler tercih edilebiliyor.
Askerileşmiş düzenlerde bunun örneğini açıkça görürüz: herkes aynı yürür, aynı selam verir, aynı tıraşı olur.
Faşist özneyi bazen yalnızca bıyığından, postüründen, yürüyüşünden bile tanıyabiliriz.
Neo-Nazilerin Hitler tıraşını benimsemesi ya da onun konuşma tarzını taklit etmesi bunun görünür simgeleridir.
Kitleleşme birlikte itaati doğurur.
İtaat eden özne özgürlüğünden vazgeçmiş olur; çünkü itaat varsa, hiyerarşi kaçınılmazdır.
İşte bu yüzden faşist kitlelerde belirgin bir hiyerarşik düzen hemen göze çarpar.
Hiyerarşiyi kabul eden özne, özgürlükten de kaçınır.
Paul Mason’un Faschismus (2022) adlı eserinde belirttiği gibi, özgürlük düşmanlığı faşist hareketlerin tanımlayıcı özelliklerinden biridir.
Çünkü özgürlük çok seslilik ister, farklı fikirleri kabul eder, eleştiriyi mümkün kılar, tartışmayı demokratikleştirir.
Oysa faşizm, tek lider – tek söz – tek düzen – tek doğru üzerine kuruludur.
Çokluğun yerini birlik değil, tekçilik alır.
Benliğin yerini kitle alır.
Düşünmenin yerini ise itaat.
Schmid özgürlüğün zor olduğunu söyler; fakat faşist gruplarda özgürlük yalnız zor değil, neredeyse imkânsızdır.
Psikolojik açıdan da böyledir: İnsanın temel gereksinimi güvencedir.
Faşist özne kendini grup içinde güvende hisseder; devletin faşist grupları doğrudan ya da dolaylı desteklemesi de bu güveni pekiştirir.
Schmid iki tür özgürlükten söz eder: Negatif özgürlük: Başkalarının koyduğu kurallara karşı mücadele etme. (Toplumun, ailenin, geleneğin baskılarına direnme.) Pozitif özgürlük: Seçebilme, yön tayin edebilme kapasitesi.
Faşist kitle ise bu tanımların her ikisinden de uzak bir yapıya sahiptir.
Çünkü özgürlük ister negatif ister pozitif anlamda ele alınsın, çoğulculuğu zorunlu kılar.
Farklı seslerin duyulabildiği, karşıtlıkların ifade edilebildiği ortamlarda yaratıcılık yeşerir; Schmid’e göre diktatörlükler tam da bu nedenle yaratıcı alanı bilinçli biçimde bastırır. “Ben” ve “sen” olarak karşı karşıya gelen öznelerin açıkça tartıştığı, fikir ürettiği tüm kamusal alanlar faşizm açısından bir tehdit olarak algılanır.
Bu nedenle faşizm yalnızca bir örgütlenme biçimi, bir hiyerarşi kurma meselesi ya da belirli bir siyasal hareket olarak kavranamaz.
Faşizm, hayata karşı alınmış bir tutumdur.
Özgürlüğe karşı bir duruştur; benzerlik, itaat, sadakat ve korku üzerine kurulu bir varoluş biçimidir.
Son yıllarda ise faşist yapılarda kendine özgü bir “çoğullaşma” gözlemlenmektedir.
Bu çoğullaşma özgürlükçü bir genişleme değildir; aksine, faşizmin kendi içindeki çatallanmasının bir sonucudur.
Faşist hareketler kendi içlerinde çoğulcu değildir; farklı olan, mevcut yapının dışına itilir ve ayrı örgütlenmeler oluşturur.
Örneğin MHP, kendi içinde son derece hiyerarşik ve özgürlük karşıtı bir yapı sergilerken, farklı eğilimler parti dışına taşarak yeni faşist yapılanmalar kurmaktadır.
Ancak bu ayrışmalar özgürleşmeye yol açmaz; ayrılan gruplar da kısa sürede kendi hiyerarşilerini, itaat mekanizmalarını ve kapalı düzenlerini yeniden üretirler.
Barış travması ve geleneksel faşizm Geleneksel faşizm, büyük bir tarihsel travmanın ardından ortaya çıktı.
Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım, yenilgi duygusu, ekonomik çöküş, yoksulluk ve varoluşsal belirsizlik, faşizmin psikopolitik zeminini oluşturdu.
Paul Mason, Faschismus (2022, 2.
Baskı) adlı eserinde dönemin faşistlerinin savaş hayranlığı taşıdığını vurgular: Barış onlar için bir iyileşme değil; savaşın sağladığı yoğun deneyimden ani ve acı bir kopuştu.
Savaş, bu kuşak tarafından insan varoluşunun en güçlü, en “gerçek” hâli olarak idealize edildi.
Barış ise yoğun heyecanın sönüşü, düşman imgesinin kaybı, kimliğin askıda kalması, anlamın çöktüğü bir dönem gibi yaşanıyordu.
Bu yüzden faşistler savaş geçmişini yalnızca hatırlanan bir anı olarak değil, tamamlanmamış bir varoluş olarak gördüler.
Sanki savaş yarım kalmış bir deneyim; sürdürülmesi, devam ettirilmesi gereken bir kimlik kurucusuydu.
Ölümle yüzleşmek, açlık, yokluk, tehlike, sürekli tetikte olma hâli — faşist zihniyette insanı “çelikleştiren”, kimliği arındıran ve hayatı yoğunlaştıran deneyimler olarak idealize edildi.
Barış ise bütün bu yoğunluğun yokluğu: Bir boşluk, bir kimliksizlik ve hatta travmanın ta kendisi… Dolayısıyla klasik faşizmde barış bir şifası değil, travmaydı.
Faşist şiddet ve saldırganlık ise bu travmanın bilinçdışı “çözümü”: Barış travmasını savaşla iyileştirme fantezisi.
Faşizm için şiddet bir araç değil, varoluşun doğrulanmasıdır: “Varım çünkü savaşıyorum.” Bu nedenle, geleneksel faşizm barışı değil, sürekli çatışmayı hayatın asıl hâli olarak görür.
Savaşı durdurmak değil, sonsuzlaştırmak ister.
Bugün ise tarih boyunca ilk kez insanlık sağlık, eğitim, beslenme, barınma, teknoloji ve yaşam standartları konusunda en yüksek refah düzeyine ulaşmış durumda.
Fakat faşist anlatı bu tabloyu tamamen tersine çevirir.
Modern faşizm, gerçek bir travmanın değil, yapay olarak üretilmiş bir travma duygusunun ürünüdür.
Günümüz faşist söylemi toplumda sürekli bir felaket hissi yaratır: “Millet yok oluyor, ırkımız tehdit altında, kültürümüz elimizden alınıyor, evimiz, ülkemiz, değerlerimiz kuşatma altında.” Gerçek güvenlik koşulları artmış olsa bile, faşist söylem sürekli bir “yaklaşan kıyamet” atmosferi üreterek kitlenin psikolojisini kuşatır.
Fakat bütün bunlara rağmen, günümüz faşizmlerinin ortaya çıkmasını kolaylaştıran bazı gerçek yapısal etmenler de vardır.
Mason bu etmenleri beş başlıkta toplar: Neoliberal ekonominin iflas etmiş olması: Küreselleşmenin vaat ettiği refahın geniş toplumsal kesimlere ulaşmaması, güvencesizliğin kronik hâle gelmesi ve eşitsizliğin patlaması faşist söyleme uygun bir zemini genişletmiştir.
Demokrasiye güvenin azalması: Temsili demokrasinin sorun çözemediği algısı, kurumların meşruiyet kaybı ve merkez siyasetin etkisizleşmesi, otoriter çıkışlara zemin hazırlamaktadır.
Teknolojinin kontrolden çıkması ve dijital dünyanın denetimsizliği: Algoritmaların, sosyal medyanın ve büyük teknoloji şirketlerinin kamusal alanı belirleyici hâle gelmesi; bilgi manipülasyonunu, kutuplaşmayı ve gerçeklik kaymasını artırmıştır.
Dijital dünyanın siyasal belirleyiciliğinin artması: Siyasî kimliklerin artık büyük ölçüde dijital ekosistemlerde şekillenmesi, faşist propaganda tekniklerini hem hızlandırmış hem de derinleştirmiştir.
İklim krizinin geri dönülmez bir eşiğe gelmesi: Ekolojik yıkım tehdidi, belirsizlik ve gelecek korkusunu yoğunlaştırarak faşist kıyamet anlatılarını daha cazip hâle getirmiştir.
Modern faşizmler yalnızca “duygusal manipülasyonla” değil, aynı zamanda çözülemeyen yapısal sorunların yarattığı boşluklarda filizleniyor.
Faşist söylem bu boşluklardan sızar ve yarattığı yapay travma anlatısıyla kitleleri kendine bağlar.
Gerçekte tarihsel olarak en güvende olunan dönemde, faşizm bir kıyamet senaryosu yaratarak bu güveni iptal eder.
Böylece kitleleri “felaketten kurtarma” vaadiyle seferber eder.
Bu yeni faşizm gerçek bir travmanın değil, hayal edilmiş bir yok oluşun siyaseti üzerine kuruludur.
Kitle psikolojisi de tam bu noktada devreye girer: İnsanlar gerçek tehlikeden değil, anlatılan tehlikeden korkar.
Modern faşizm, bir travma sonrası ortaya çıkmaz; aksine, travmayı yeniden inşa eder, olmayan felaketi varmış gibi gösterir ve kolektif bir yok oluş korkusuyla kitleleri kendine bağlar.
Faşizmler duygulardan, özellikle de negatif duygulardan beslenir.
Zaten “millet” dedikleri şey, sosyolojik bir topluluk olmaktan çok, psikolojik bir kitle hâlidir.
Jacques Ellul’un Propaganda (2021) adlı eserinde tanımladığı “psikolojik kitle”, fiziksel olarak bir arada olmasalar bile benzer duygular taşıyan, aynı olaylara aynı reflekslerle tepki veren, duygusal olarak birbirine bağlanmış bir topluluktur.
Bu kitle dinamiğini gündelik hayatta da gözlemlemek mümkündür.
Örneğin futbol maçına giden kişi, günlük kıyafetlerini çıkarıp kitleyle benzeşeceği formayı giyer; bağırışları, tepkileri ve ritüelleri diğerleriyle eş zamanlı hâle gelir.
Bu değişim yalnızca dış görünüşte değil, ruh hâlinde de gerçekleşir: Birey “ben” olmayı geçici olarak askıya alır ve bir “birlik”, bir “biz” duygusu deneyimler.
Aynı sloganları atmak, aynı anda ayağa kalkmak, aynı coşku patlamasını yaşamak bu psikolojik kitle oluşumunun en somut örneklerindendir.
Faşizm tam da bu bir’lik duygusunu —benliğin kolektife doğru çözülmesini— kendi lehine kullanır.
Çünkü psikolojik kitle, rasyonel düşünceden çok duygusal çalkantılarla hareket eder; bireysel düşünme kapasitesi geri çekildikçe kolektif manipülasyon kolaylaşır.
Kitle psikolojisinin temel mekanizması, bireyin kitle içinde kendi bireyselliğini askıya almasıdır.
Kitleye ait olmak için kişi, kendisiyle başkaları arasındaki farkı mümkün olduğunca küçültür; benliğin ayırt edici özellikleri geri çekilir.
Bu nedenle kitleye karışan birey, kendisini bir yandan kitlenin parçası olarak güçlü hissederken, diğer yandan tek başına ele alındığında zayıf, kırılgan ve değersiz olduğunu düşünür.
Kitle içinde “ben” küçülür; “biz” büyür.
Faşizm bu kırılganlık anını kendi lehine ustalıkla kullanır.
Propagandanın işlevi de tam burada ortaya çıkar: Kitleye hem kolektif bir üstünlük hissi verilir (“biz büyük bir milletiz”), hem de kitlenin her bir üyesine bireysel bir üstünlük duygusu enjekte edilir (“sen de bu büyüklüğün bir parçasısın”).
Bu iki duygu —kolektif büyüklük ve bireysel önem— kitleyi manipülasyona en açık hâline getirir.
Kitle, çoğu zaman çocukça davranır.
Yetişkin bireyler, kitle içinde bir tür regresyon yaşar; düşünme, ayırt etme ve karşı koyma kapasitesi zayıflar.
Miting meydanlarında mikrofona çıkan liderin “ne bağırılacağını” söylemesi, hangi sloganın atılacağını dikte etmesi tesadüf değildir.
Kitle, tıpkı bir çocuk gibi yönlendirilmeyi bekler; faşist liderler de bu çocuksuluğu, bu regresyonu ustalıkla kullanır.
Sonuç olarak faşizm, rasyonel bir siyasî programdan ziyade duygular üzerinden işleyen bir kitle mühendisliğidir: Öfkeyi, aşağılanma duygusunu, korkuyu ve değersizlik hissini örgütler; bunları kolektif bir üstünlük yanılsamasına dönüştürerek sadakati pekiştirir.
Faşizmin gücü tam da burada — duyguların siyasal manipülasyonunda, özellikle de negatif duyguların kolektif bir kimliğe dönüştürülmesinde yatar.
Bu noktada aslında bir tür “rehin alma” durumu ortaya çıkar: Kitle, manipülasyon yoluyla zihinsel olarak ele geçirilmiştir.
Ancak bu rehin alma zor kullanarak değil, gönüllülük üzerinden gerçekleşir.
Modern faşizmin en çarpıcı yanı da budur: İnsanı şiddet yoluyla değil, arzu yoluyla faşistleştirmesi.
Birey, kitleye karışırken kendi isteğiyle benliğini geri çeker; faşist söylemin sunduğu aidiyeti, önem duygusunu, büyüklük fantezisini benimser.
Böylece faşizm dışarıdan dayatılan bir rejim olmaktan çok, içeriden isteyerek benimsenen bir duygu rejimine dönüşür.
Gülerek ve eğlenerek faşistleşmek Son yıllarda sosyal medyada güldürü, faşizmin yaygınlaşması için en etkili araçlardan biri hâline geldi.
P.
Hermansson, D.
Lawrence, J.
Mulhall ve S.
Murdoch’un Uluslararası Alternatif Sağ (2023) kitabında ayrıntılı biçimde anlattıkları gibi, faşist hareketler mizahı yalnızca eğlendirmek için değil, toplumsal tabuları yıkmak için stratejik bir silah olarak kullanıyorlar.
Faşist mizahın bazı önemli işlevleri var.
Mizah tabuları yumuşatır, dirençleri çözer.
Ciddi bir konuyu mizaha sarınca, söylenenin şiddeti hafifler, “sadece şaka” diye savunulur.
Böylece daha önce dile getirilemeyen nefret, ırkçılık ve dışlama normal görünmeye başlar.
Mizah zulmü sevimlileştirir.
Hermansson ve arkadaşlarının vurguladığı gibi, mizah faşist şiddeti “stilize” eder: zalimlik bir espriye, fobi bir fıkraya, düşmanlaştırma bir şakaya dönüşür.
Mesela Yahudi fıkraları, Müslümanlarla ilgili klişeler, göçmenlerle alay eden videolar… Bunlar yalnızca gülünç içerikler değildir; nefretin dolaşıma sokulduğu biçimlerdir.
Mizah ayrıca öldürme tabusunu aşındırır.
İnsan öldürmekle ilgili toplumun içinde güçlü bir çekince, kadim bir etik eşik vardır.
Fakat şiddetin mizahlaştırılması, bu eşiği aşağı çeker.
Öldürme, dışlama, linç ve yok etme imgeleri şakaya dönüştüğünde, ölüm çağrısı “ciddi bir nefret söylemi” olmaktan çıkar, “komik bir içerik” olur.
Faşistlerin mizahı burada bir arındırma ya da rahatlama aracı değil; tam aksine etik bariyerleri çözen bir kimyasal gibi işler.
Toplum “gülerek alıştırılır.” Mizah burada süblimasyon değil; şiddetin estetikle maskelenmiş güler yüzlü geri dönüşüdür.
Nefret artık çıplak değildir; kostümlüdür.
Bu nedenle sosyal medyada mizahın yaygınlaşması, faşizmin yükselişinde masum bir yan etki değil, bilinçli bir stratejidir.
Çünkü gülünce direnç azalır, şiddet hafifler, nefret normalleşir ve ayrıca öldürme fantezileri sıradanlaşır.
Sonuçta toplum, nefretin sert yüzüne değil, karikatürleştirilmiş ve filtrelenmiş hâline alışır.
Ve böylece etik eşiğin düşmesiyle faşist şiddet toplumun tahayyülünde “yapılabilir” hale gelir.
Faşizm mitolojiden beslenir Faşizmlerin en belirgin ortak özelliklerinden biri, geçmişe dair mitolojik bir anlatı uydurmalarıdır.
Türk, Alman, Macar ya da herhangi bir ulusal faşizmin söyleminde “soylu”, “temiz”, “kahraman” bir ırk ve kesintiye uğramayan bir yücelik tarihi vardır.
Bu anlatının gerçeklikle örtüşmesi gerekmez; önemli olan kitleye üstünlük duygusu ve kurgusal bir kimlik bütünlüğü sunmasıdır.
Bu mitolojiyi kitleye benimsetebilmenin ilk koşullarından biri, entelektüellere düşmanlık ve aydınların itibarsızlaştırılmasıdır.
Çünkü gerçek tarihsel bilgiyi hatırlatacak, sahte mitolojiyi sorgulayacak olanlar tam da üniversiteler, akademisyenler ve düşünürlerdir.
Bu nedenle faşizm yalnızca aydınlara değil, bilginin üretildiği kurumlara, üniversitelere ve araştırma alanlarına da sistemli biçimde saldırır.
Trump’ın üniversiteleri hedef alan politikaları ile Erdoğan’ın Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik müdahaleleri, birbirinden kopuk olaylar değil; faşizmin bilgi alanını kontrol altına alma stratejisinin güncel örnekleridir.
Jason Stanley (Wie Faschismus funktioniert, 2024, 2.
Baskı) faşizmin temel stratejileri arasında özellikle iki unsura dikkat çeker: Hakikatin propaganda yoluyla ortadan kaldırılması, toplumsal değerlerin hiyerarşik olarak yeniden düzenlenmesi.
Bu iki süreç bir araya geldiğinde, hakikat artık araştırma, kanıt veya rasyonel tartışmadan değil, lidere duyulan sadakatten türetilen bir değer sistemine dayanır.
Böylece gerçeklik yerini lidere atfedilen mutlak doğruya bırakır; üniversiteler, bilim ve entelektüel alan ise faşist düzenin gözünde tehdit hâline gelir.
Faşist mitolojilerin merkezinde kutsal bir aile ve doğuran kadın figürü bulunur.
Geleneksel faşizmlerde ideolojik ve siyasal önderlerin neredeyse tamamı erkekti.
Bu erkek ideologların tasavvur ettiği toplum modeli, kolonyalizmden beslenen bir milletçilik, saldırgan bir erkeklik ideali ve yayılmacı bir militarizm üzerine kuruluydu.
Kadın ise “milletin annesi”, “doğurgan beden”, “aileyi taşıyan kutsal figür” olarak sembolleştirilir; ama siyasal karar mekanizmalarından dışlanırdı.
Bu erkek egemen ideolojinin entelektüel kökleri de rastlantı değildir.
Gustave Le Bon’un Psychologie der Massen (Kitle Psikolojisi) adlı eseri 1895’te yayımlandığında, ilk kuşak faşist teorisyenler üzerinde büyük bir etki yarattı.
Etki yalnızca kitle psikolojisine dair görüşlerinden değil, Le Bon’un otoriter, elitist, sosyalizm karşıtı ve muhafazakâr dünya görüşünden kaynaklanıyordu.
Freud bile Kitle Psikolojisi ve Ben Analizi’ni yazarken Le Bon’dan yoğun biçimde yararlanmıştı.
Paul Mason’ın işaret ettiği gibi, o dönem faşist ideologlar Nietzsche’den de güçlü biçimde etkilenmişlerdi.
Elbette Nietzsche doğrudan faşist değildi; fakat metinlerinde bulunan kadın karşıtı ifadeler, güç ve efendi–köle ahlâkına ilişkin yorumlar, aşırı bireycilik ve aristokratik değerler, faşist ideologlar tarafından kendi ideolojilerine yamandı.
Nietzsche’nin kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche’nin Nazilerle iş birliği yapması da bu kirli ilişkiyi ideolojik olarak pekiştirdi.
Günümüz faşist hareketlerinde kadınlar örgütlenmenin içinde yer alsalar bile, ideolojik çekirdek hâlâ kadın karşıtı ve erkek egemen bir hiyerarşiyi savunur.
Kadın özgürlüğü düşmanlığı, LGBTİ+ karşıtlığı ve “aileyi koruma” adı altında kadınların toplumsal rolünü sınırlandırma söylemi modern faşizmlerde de sürmektedir.
Dolayısıyla faşizm hem mitolojik bir geçmiş hem de cinsiyetçi bir gelecek kurgulayarak toplum üzerinde bir değerler rejimi inşa eder.
Faşizmler kadın düşmanıdır Geleneksel faşizm de günümüz faşizmleri de iktidarı halkın büyük çoğunluğunun desteğiyle ya da fikirlerinin gerçek anlamda çekiciliğiyle ele geçirmez.
Faşist hareketlerin en temel stratejilerinden biri, sınırlı bir toplumsal tabanı, kurumsal gücü ele geçirerek iktidara dönüştürmektir.
Seçimle elde edilen sınırlı destek, medya, yargı, bürokrasi, güvenlik aygıtları ve eğitim sistemi üzerinde kurulan hâkimiyetle kalıcılaştırılır.
Bu nedenle faşizm, her zaman kitlelerin coşkusundan değil, kurumların çökertilmesinden güç alır.
Günümüz faşizmini bir karşı devrim olarak yorumlamak mümkündür.
Özellikle toplumsal cinsiyet alanındaki dönüşümler — kadınların onlarca yıldır verdiği mücadele, eşitlik talepleri, hukuki ve toplumsal kazanımlar — erkek kimliğini tarihsel olarak alışık olduğu konforlu konumdan uzaklaştırdı.
Bu durum birçok erkek için kimlik kaybı, statü düşüşü, yetki alanının daralması ve ontolojik bir güvensizlik yarattı.
İşte çağdaş faşizm tam da bu kırılganlığı hedef alır: Erkekliğin eski halini geri getirmeyi vaat eder, Kadınların kazandığı alanları daraltmayı hedefler, Eşitliği tehdit değil, bir “doğa bozumu” gibi çerçeveler. “Aile”, “namus”, “gelenek”, “erkek otoritesi” söylemleriyle kaybedilen iktidarı iade edeceğini ima eder.
Faşizmin bu duyguyu manipüle edebilmesinin nedeni şudur: Kadının güçlenmesi, çoğu kez erkek tarafından kendi zayıflığının delili olarak deneyimlenir.
Böylece eşitlik, erkek için özgürleşme değil iktidar kaybı anlamına gelir.
Faşizm bunu parlatır, örgütler, öfkeye dönüştürür.
Siyasi programın merkezine kadın düşmanlığı, LGBTİ+ karşıtlığı, aile fetişizmi yerleştirilir.
Çünkü patriyarkal düzenin restorasyonu, eski güvensiz erkek öznenin rehabilitasyonu gibi sunulur.
Günümüz faşizmi bir toplumsal hamle değil; kazınılan hakları geri çeviren bir karşı devrimdir.
Erkek egemenliğini yeniden ihya etme vaadiyle beslenir.
Devam edecek…