Haber Detayı
Ormandaki balta sesi
Ormandaki balta sesi
Geçen hafta, Netflix’in Warner Bros.’u satın alma girişimiyle ilgili yazımda, “Netflix büyümezse ölür” demiş ve eklemiştim: “Seyirciye her gün yüzlerce film ve dizi sunan bu platformda vasat Amerikan beğenisini aşan kaliteli bir örnek bulmak, samanlıkta iğne aramak gibi bir şey.
Yüzlercesi arasında dişe dokunur, sinema tarihinde iz bırakmış ya da bırakacak film sayısı 5’i 10’u geçmemekte.
Gerisi büyük çoğunlukla ıvır zıvır, çerçöp.” İşte o geniş mi geniş sinema evreninde dişe dokunur az sayıdaki örnekten biri bugünlere denk geldi: “Tren Düşleri” (Train Dreams).
Denis Johnson’ın aynı adlı kısa romanından uyarlanan, yönetmen olarak Clint Bentley’in imzasını gördüğümüz film, neredeyse fısıltıyla konuşan, büyük sahneler ve büyük diyaloglar yerine yaşamın sessizce akışına ayak uyduran bir yapım.
Yüksek dramatik anlardan çok gündelik yaşamın küçük kesitlerine, doğayla ve uygarlıkla kurulan ilişkiye, sarsıcı bireysel acılara odaklanan, ABD demiryollarının gelişimini ve sanayileşmeyi anlatan bir film var karşımızda. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın ortaları arasında yaşanan “önemsiz” olaylar, Robert Grainier adlı bir orman işçisinin gözünden aktarılıyor.
Ormanda ağaç kesip kereste çıkaran ve demiryolu yapımında çalışan Grainier, karısı ve küçük kızıyla yaşayan bir emekçi.
Çalışmak için sık sık evinden ayrılıyor, ekmek parasını kazanıyor ve ABD’nin uygarlaşma sürecinde yer alıyor.
İLERLEMENİN BEDELLERİ İngiliz şair Philip Larkin’in “Başında bu geliyor bütün anladıklarımın / Yankılanan sesidir zaman, ormanda bir baltanın” dizelerinden hareketle söyleyecek olursam, Robert Grainier’in zamanı da ormanda indirdiği balta darbeleriyle belirleniyor.
Öncelikle bellek ve zaman ilişkisine ayarlı senaryo, Grainier’in iç dünyası üzerinden biçimleniyor ve dış dünyadaki ilişkilerine yansıyor.
Filmde dramatik inişler çıkışlar yaratmayan, seyircinin duygularıyla oynamayan, sürprizlere başvurmayan Clint Bentley, doruk noktalarını sessizlikte, daha doğrusu doğanın seslerinde yakalıyor.
Amerikan modernleşmesinde okyanustaki su damlası kadar katkısı bulunan Grainier’in 1960’larda ABD’nin aya gidişini televizyondan şaşkınlıkla seyretmesi, filmin önemli vurgularından biri aslında.
Göçmen karşıtlığına, ayrımcılığa, ırkçılığa, linç olaylarına tanıklık etmiş olan Grainier, ülkesindeki “ilerlemenin” bedellerini de iyi bilmekte.
Modernleşmenin bedeli, onun da ruhunda açılan yaralardır.
Nedeni niçini bilinmeden birkaç dakika içinde linç edilen Çinli işçinin görüntüsünün hayatı boyunca peşini bırakmaması da bunun kanıtlarından biri.
MATEM VE YAŞAM Onun kişisel yaşamındaki büyük trajedinin romantize edilmeden işlenmesi ve sonrasındaki “boşluk”un incelikle yansıtılması, demiryolu inşasında çalışan binlerce Çinli işçinin Amerikan tarihinde görünmez kılınan emeğinin vurgulanması, “Tren Düşleri”nin çekiciliğini artıran unsurlar kuşkusuz ki.
Terence Malick filmlerini akla getiren bir durgunluğun damga vurduğu, doğa-emek-modernleşme-yabancılaşma dörtgenini başarıyla kuran, minimalist ölçekli “Tren Düşleri”, sevdiklerimizin kaybedilmesi, matem tutma ve her şeye rağmen yaşamın devam etmesi üzerine de hüzünlü bir atmosfer kuruyor.
Başroldeki Joel Edgerton, Grainier’in karısı Gladys’i canlandıran Felicity Jones, yaşlı orman işçisi rolünde harikalar yaratan usta William H.
Macy, gerçekten çok iyi oyunculuk sergiliyorlar. “Tren Düşleri”nin geride bırakmakta olduğumuz 2025’in en iyi filmlerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.