Haber Detayı
Darbuka ritminde kıyamet
Tiyatro güzergâhında başından beri takipte olduğum Mekan Sahnenin kulaktan kulağa yayılarak seyircisiyle buluşan ve sonrasında ödüllerle taçlanan 9/8lik Kıyametinin yazarı Şâmil Yılmaz, yönetmeni Sezen Keser ve oyuncusu Oğulcan Arman Uslu ile tiyatro kadrajında bir röportaj gerçekleştirdik.
Bir tabure, bir darbuka, bir hikâye; aşk, ihanet, uyanış...
Distopyanın ortasında bir meddah: Diyar.
Kıyamet doğada değil; insanın içindedir diyen bir oyun: Mekan Sahneden 9/8lik Kıyamet.
Bir Evladın Terbiye Hadisesi, Avzer: Artık Hiç Bi Şii Eskisi Gibi Olmayacak, Seher ile Ali ve Dansöz gibi oyunlardan uslara aldığımız yazar Şâmil Yılmazın kaleminden dikize yattığımız oyunun yönetmeni Kuyu, Seher ile Ali ve Dansözdeki oyunculuğuyla hatırladığımız (2016daki Apaçi Gızlardaki ilk yönetmenlik mesaisinden sonra) Sezen Keser.
Diyarın hikâyesine ses veren ise Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu ve yine Mekan Sahne işlerinden biri olan Apaçi Gızlardaki oyunculuğundan tanıdığımız Oğulcan Arman Uslu.
Öyle bir sahne varlığı kuruyor ki Uslu; bu yıl Afife Tiyatro Ödülleri, Direklerarası Tiyatro ve TEB Eleştirmenler Birliği tarafından En İyi Erkek Oyuncu ve Tek Kişilik Performans ödülleriyle taçlandırıldı.
Sahnede seyrine düştüğünüzde ise, Uslunun sahne ruhuyla buluşan 9/8lik Kıyamet, meddah geleneğiyle distopyayı, ritimle vicdanı, isyanla sevgiyi aynı potada eritiyor tarifi kesinlikle karşılığını buluyor.
Kıyamet burada doğa değil, insan eliyle kopuyor; ve sahne, seyircisini bir soru etrafında dönüp duran o acayip dünyanın içine çağırıyor: Dünya elimizden kayarken, biz kimin elini tutacağız, kimlerle yan yana yürüyüp kimlere ihanet edeceğiz?
Bu incelikli oyunun sahne arkasında ise şu isimler var: Yönetmen yardımcısı Merve Ülgentay, kostüm tasarımı Hilal Polat, ışık tasarımı Utku Kara, perküsyon eğitmeni Cem Mazlum.
Ben de sezonda seyrine düştüğüm bu hikâyenin yazarı, yönetmeni ve oyuncusu ile 9/8lik ritminde bir röportaj gerçekleştirdim.
Hazırsanız, başlıyoruz! (İç ses: Mekan Sahnenin, Şubat ayında sahnelerde endam etmeye başlayan son oyunu ise Tevafuk, en kısa zamanda seyrine düşeceğim dediğim, notlarım arasında.) Anlattığımız Leylanın hikâyesiydi Yakın gelecek...
İklim krizinin vurduğu bir dünyadayız!
Kıyamet gibi acayip bir şey olmuş, ama tam öyle de olmamış!
Hiçbir ülkenin istemediği, Parazitler denen göçebe topluluklar çıkmış ortaya.
Bir oğlan: Diyar!
Bu yeni toplumun hikâye anlatıcılarından biri.
Her akşam, ateş başında toplanan Parazitlere, kıyametin ilk günlerine dönüp darbukasıyla bir hikâye anlatıyor.
Bir ihanet hikâyesi! bu tondan selamını veriyor 9/8lik Kıyamet oyunu Yaratım, yazım sürecini anlatır mısınız, meramınız neydi?
Şâmil Yılmaz: Seyirci, oyunu izlemeden önce, oyunun adındaki kıyametin iklim krizinin fiziksel etkilerine göndermede bulunduğunu düşünüyor.
Oysa oyun, kuraklık, açlık, yangınlar gibi iklim krizine ait fenomenleri gevşek bir ruh haliyle, neredeyse alttan alta dalga geçerek anlatıyor.
Asıl kıyamet, toplumsal ve bireysel düzeyde yaşanıyor.
Korkutucu olan kuraklık değil çünkü.
Sağlıklı bir toplumsal düzende, sınırlı kaynakların adil bölüştürülmesiyle, kimsenin açlıktan ölmeyeceği bir sistem yine de kurabilirsiniz.
Fakat sağlıklı bir toplum ve dünyada yaşamıyoruz.
Sağ muhafazakâr siyasetler her geçen gün daha da güçleniyor.
Kriz yönetimini bu siyasi canavarlara devrettiğinizde, kendi başına zaten endişe verici olan iklim krizi gibi fenomenleri, canavarca bir siyasi sistem için bahaneye çevirmeleri; bunu yaparken de bütün toplumu yozlaştırmaları kaçınılmaz.
Asıl korkmamız gereken kıyamet bu bence.
Oyunu aşağı yukarı böyle endişelerle düşünmeye başladım Hikâyeyi sahneleme aşamasında yazar, yönetmen ve oyuncu olarak hangi tür enstrümanlarla hemhal oldunuz?
Süreçte, sahnelerken öncelikleriniz veya dikkat kesildiğiniz detaylar / notlar nelerdi?
Sezen Keser: Prova süreci başlamadan önce Arman darbuka çalmayı öğrenmeye, ben de darbuka sololar dinlemeye başladım.
Sahnede hikâyeyi anlatmaya yardımcı bir enstrümanın olması çok heyecan vericiydi.
Metnin parçalı bir yapıda olması ve her bölüm için darbukayı çeşitli şekillerde kullanabilme olasılığı çok iştah açıcı sahneye bakan için.
İtiraf edeyim kolaylaştırıcı da olacağını düşünüyordum.
Ama bir saati aşan, parçalı bir anlatıda genel ritmi koruyabilmek ve tüm anlatı parçalarını ahenkli ve tutarlı tek bir ritim parçasına dönüştürmek ve duygu atmosferine destek olacak şekilde bunu tasarlamak için epey ince işçilik yapmak gerekti.
Benim için en başından beri -her ne kadar hikâyeyi Diyardan dinliyorsak da- anlattığımız Leylanın hikâyesiydi.
Bunu unutmadan anlatıyı tasarlamak çok önemliydi.
Oğulcan Arman Uslu: Önceliğimiz en başta sahnede Diyar diye birinin olması.
Bu her şeyi kapsıyor aslında.
Çaldığı darbukasından, oyunun duygu yükünü sırtlamasına kadar orada olması gerekiyor.
Bunun için en başta darbuka çalmayı öğrenmem gerekiyordu.
Provalara başlamadan bir yıl öncesinden dersler almaya başladım.
Zamanla oyunda duyduğunuz ritimler ortaya çıktı.
İşçiliğin büyüğünü, oyunun duygu dünyasında olup biten şeyleri ortaya çıkarmaya uğraşırken verdik.
İçinden geçtiği sürecin Diyara ne yaptığı önemli olan.
Bir takım duygu durakları var oyunun.
Kalbi buralarda.
Sanırım buraları inşa etmek en çok üstünde durduğumuz şeydi.
Bakıldığında sahnede bir tabure, bir oyuncu ve darbukası var.
Dolayısıyla sahnede birisi ve hikâyesi var.
Sahici bir biçimde oynamaktan ve oyunun duygusuna teslim olmaktan başka bir şey kalmıyor zaten elde.
Seçimlerin hepsi buraya doğru yapıldı.
Seyirciyle her karşılaşma aynı olmuyor Adıyla da manidar ve güzergâhıyla da seyircisine (meddah geleneği ve anlatı tiyatrosu ahvalinden) alan tanıyan 9/8lik Kıyametin derdi, meramı nedir?
Sahnelenmeye başladığı 2024 Ekiminden bugüne çok ses getiren hem eleştirmenler hem de tiyatroseverler tarafından adeta kucaklanan bir oyun oldu.
Bu bağlamda ilk defa duyacaklara, siz yaratıcılarının yorumundan dinlersek nasıl bir oyundur bu?
Şâmil Yılmaz: Özelde erkeklerin ama genelde bütün toplumun, kendi konfor alanlarına dokunulmadıkça, sağ muhafazakâr ideolojilerle nasıl kolaylıkla uzlaştıkları üzerine bir oyun 9/8lik Kıyamet.
Arka plandaki iklim krizi, erkeklikteki (ve toplumdaki) bu yapısal boşluğu görünür kılmak için bir bahane sadece.
Diyar Ben kimsenin değilim, diyen Leyla adlı bir kadına âşıktı.
Leylaya tam da bunu söyleyebilecek güçte bir kadın olduğu için âşıktı üstelik.
Fakat yine aynı sebepten, o kadın sadece kendisine ait olsun diye, berbat bir erkeklik ve mülkiyet refleksiyle ihanet etti ona.
Benzer nefret refleksleri, sadece erkeklerin değil, bütün toplumun kas hafızasında hep bir tavşan uykusunda.
Uyandırılması için hafifçe dürtmek yetiyor.
Bazen kadınları, bazen LGBTİ+ları, Alevileri, Kürtleri, bazen de mültecileri hedef alıyor.
Ama hep orada.
Sezen Keser: Metni ilk okuduğumda yaşadığım hissi düşündüm sorunuzu okuyunca.
Çok zor okumuştum ve çok ağlamıştım.
Ama bitirdikten sonra bende bıraktığı his tuhaf bir rahatlamayla beraber bir an evvel Diyarı ayaklandırıp bu hikâyeyi herkesle paylaşmak için heyecan.
Şimdi temsillerde ve sonrasında, insanların duygularını takip ettiğimde benzer şeyleri gözlüyorum.
Anlattığımız hikâye çok da uzak olmayan bir gelecekte geçiyor, şimdide değil ama şimdinin dinamiklerine baktığımızda sahnedekinin spekülatifliği muğlaklaşıyor ve biz şimdimizde kaybolup bir yandan Diyarı dinlerken bir yandan geleceği düşünüyoruz ister istemez.
Bu seyir deneyimi bence özel bir deneyim.
Hikâyeyi yazarken, prova ederken yaşadığınız, ilginç, absürt veya bu da varmış dediğiniz neleri tecrübe ve yeniden teyit ettiniz; ya da şu an aklınıza gelip de tebessüm ettiren veyahut hüzünlendiren neler oldu bu süreçte?
Sezen Keser: Çok zor ve uzun bir prova süreciydi.
Küçücük bir bölüme 2-3 gün üst üste bazen bir koca hafta çalıştığımız zamanlar oldu.
Şimdi dönüp bakınca temsillerde aslında hızlıca geçiliveren o kısımlar seyircinin en çok aklında kalan / eğlendiği kısımlar.
Bu bana tuhaf bir güç ve keyif veriyor.
Eğer benim oyunum yoksa, her temsilde ben de oradayım ve Diyarın seyirciyi oyunun başında elinde darbukasıyla karşıladığı bölümü izlemeyi çok seviyorum.
Bir iskeleti var tabii ki o bölümün (hangi şarkıları çalacak, anlatıya nasıl başlayacak vb. gibi) ama kaçınılmaz olarak o anın getirdiği yeni şeylere gebe bir bölüm ve Armanın ne yapacağını hep merak ve ilgiyle izlemeyi seviyorum.
Oğulcan Arman Uslu: Açıkçası metni her elime aldığımda gözümden kaçmış dediğim yerler oluyor.
Buradan bakınca oyun bitmiyor, çalışacak bir dolu şey çıkıyor.
Prova zamanında yaşadığımız bir an var.
Şamilin kedisi Kopil kaybolalı birkaç ay olmuştu ve biz oyunun son kısmına çalışıyorduk.
O provaya Şamil de geldi.
Bu kısımda da Kopili nasıl kaybettiğini anlatıyor Diyar.
Zaten metinde de baş etmesi zor bir duygusu var bu kısmın.
Oyundaki kayıp duygusu, bizimkiyle karıştı.
Önce herkes saklamaya çalıştı ağladığını.
Saklayamayacak noktaya geldiğimizde provaya ara verdik.
Garip anlar yaşadığımız oyunlar da oluyor.
Bu oyunların adı var mesela bende.
Kırmızılı kadınlı oyun, ezanlı oyun gibi.
Oyun da yaşayan bir şey sonuçta.
Seyirciyle her karşılaşma aynı olmuyor.
Her temsil, o günün ve o karşılaşmanın doğuracağı bir dolu önceden kestirilemeyecek şeye gebe.
Geri alamayacağı insanlara sesleniyor Oyun sonrası usumda dönüp dolaşan, Gerçek olan biri beni düşlüyor.
O gerçek, ben ise bir düş oluyorum diyen İhsan Oktay Anarın Puslu Kıtalar Atlası romanıydı. (İç ses: Anarın da kedisinin adı Kopil.) Buradan hareketle sorum, oyunu yaratımında sizin fonunuzda veyahut kafanızda sürekli dönen dolaşan nelerdi?
Şâmil Yılmaz: Anarın kedisinin adının Kopil olduğunu bilmiyordum.
Benim Kopil adlı bir kedim vardı, bir buçuk yıl önce kayboldu.
Metni parça parça yazmaya başladığımda, Diyara bir tekirin eşlik edeceğini ve adının da Kopil olacağını biliyordum.
Oğlum henüz kaybolmamıştı, benim için küçük yol arkadaşıma sevgimi göstermenin tatlı bir yoluydu bu sadece.
Kopil, gerçek bir kediydi.
Sonra kayboldu.
Şimdi benimle değil.
Ama bir kurmacanın ya da bu durumda düşün içinde, hâlâ bana eşlik etmeye devam ediyor.
Oğlumu, bu dünyada hiç kimseyi ve hiçbir şeyi özlemediğim kadar çok özlüyorum.
Şimdi oyunu her izlediğimde, Kopilin kısımları darmadağın ediyor beni.
Yazarken bunun böyle olacağını bilmiyordum.
Provalar böyle geçti biraz, her temsil de aşağı yukarı böyle geçiyor.
Sezen Keser: Provaya giderken ya da ara verdiğimizde Arman da ben de bir şarkı açacaksak hep aynı şarkıyı açtık.
Neden böyle olduğunu bir gün yine provaya giderken aniden fark ettim.
Çünkü o şarkı da kaybettiği/geri alamayacağı zaman ve insanlara sesleniyor, oraya doğru konuşuyor.
O şarkı hep fondaydı.
Leylanın hayata/insanlara içinde güven de olan ısrarlı ve inatçı sahip çıkışı çok güç verdi bana.
Kopilin adını hep anmak ve anacak olmak da...
Oğulcan Arman Uslu: Oyuna çalışma sürecinde, yürüdüğüm sokakları, baktığım binaları, üzerinden geçtiğim köprüleri, durakları, vapurları, metro istasyonlarını, şehrin kalabalığını ve baktığım her yeri-her şeyi, oyunun fonunu oluşturan kıyamet filtresiyle görmeye başlamıştım.
Bunu kendi içimde küçük bir oyuna çevirmiştim.
Leylayı, Kopili, İzanı, İstanbulu, parazitleri benim hayatıma denk düşen-benzeşen halleriyle o dünyaya yerleştirmeye çalışmıştım.
Oyunun dünyası benim dünyam haline geliyor böyle olduğunda.
Küçük anılar biriktiriyor oluyorsun.
Bunların hepsi imaj olarak kullanılabilen ve seni tetikleyen malzemelere dönüşüyor.
Hâlâ da devam ediyorum bunu yapmaya.
Oyunda en sevdiğiniz bölüm ve/ya replik hangisi ve bu sizde neye karşılık geliyor?
Şâmil Yılmaz: Üç sayfalık bir final bloğumuz var, o kısmı seçerdim herhalde. 9/8lik Kıyamet, erkek seyirciyi karşısına alarak ama yine de asıl diyaloğu onlarla kurarak yazıldı.
Diyarın ihaneti, benzer koşullar oluştuğunda erkek seyircinin de olası ihaneti çünkü.
Üç sayfalık final bloğunda, Diyarın pişmanlığını görüyoruz.
Oyun, buralarda bir kefaret ayinine dönüşüyor artık.
Diyar, bu hikâyeyi her anlattığında, o ihaneti de en baştan yaşıyor çünkü.
Bu onun ölünceye kadar ödeyeceği bedel.
Pişmanlığı, acısı, Leylaya ve Kopile duyduğu korkunç özlem, aşkı ve sevgisi Bunların hepsi çok gerçek.
Sahiden dönüşüp pişman olmuş bir erkek var karşımızda.
Ama onu biz affedemeyiz.
Onu artık hiç kimse affedemez.
Diyar, kendi sebep olduğu bu kişisel kıyameti, peşi sıra gittiği her yere sürükleyecek.
Yine de özellikle bazı temsillerde, Arman sahneyi öyle bir yere taşıyor ki, Diyar kendi ihaneti içinde tükendikçe, oyun insanlığa dair tertemiz bir umutla bırakıyor bizi Bunun gerçekleştiği her temsili seviyorum galiba.
Sezen Keser: Ben de final bloğunu çok seviyorum.
Bıraktığı hisle çok özel ve etkileyici geliyor bana.
Replik olarak da Diyarın rüyasını (ya da kâbusu mu demeliyiz?) anlattığı kısım.
Onu arıyom İstanbulda.
Kuzey Ormanlarının yandığı zamanlar.
O kızıl sarı sisle kaplı her yer.
Ateşin içinden çıkıyo Leyla.
Kimlen?
Kopillen.
Ateş onları yakmıyormuş çünkü.
Oğulcan Arman Uslu: Final bloğu sanırım hepimizin en sevdiği bölüm.
Buna bir de Leylanın, Diyara sesini verdiği, onu kalabalığa karıştırdığı bölümü ekleyeceğim.
Çünkü aşk, ona sadece hikâyesini değil!
Kayıp sesini de geri vermektir!
Tesadüf bu ya, hayat verdiğiniz (yazdığınız, yönettiğiniz, oynadığınız) oyundaki karakter(ler)le aynı mahalle ya da apartmandan tanışsınız.
Hayat hikâyelerini de bir şekilde biliyorsunuz.
Ve bir vakit de aynı masalarda kelama düşmüşünüz, onlara bir cümleniz olsa, bu ne olurdu?
Şâmil Yılmaz: Yazma süreci çok sıkıntılı ve yalnız bir süreç.
Bir dolu kafa karışıklığı, endişe, güvensizlikle geçiyorsunuz içinden.
Hikâyeyle kurduğunuz bağ da çoğu zaman çok kırılgan oluyor.
Leyla ve Kopil, bütün yazım süreci boyunca, beni hikâyede tutan iki güç merkezi oldu.
İkisini de çok seviyorum.
Aynı masada karşılaşsak, basitçe ama çok içerden bir yerden kastederek, sadece Teşekkür ederim, derdim herhalde Sezen Keser: Ben Leylaya -kucağıma da Kopili alıp- anlat derdim herhalde, bir de sen bana anlat.
Oğulcan Arman Uslu: Birini oynamak, oynadığın karakterle yakın arkadaş olmak gibi geliyor bazen bana.
Çok yakın olduğunuz insanların kelimelerini kullanmaya başlarsınız, birbirinizden öğrenirsiniz, tavırlarını-davranışlarını kopyalarsınız, ortak bir dil ve his birliği kurulur aranızda.
Arkadaşlığın için sağol demek isteyeceğim karakterler var.
Gündemimiz ne ise sahnede de o var Bugüne kadar oyunla ilgili seyircilerden aldığınız en garip / absürt veya şaşırdığınız bir tepki / etki var mı?
Şâmil Yılmaz: İnsanların, Diyarı bu kadar seviyor olmalarına hâlâ alışamadım sanırım.
Bunu her fark ettiğimde biraz yabancılaşıyorum.
Ben o kadar sevmiyorum.
Yaşadığı her şeyi fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum mesela.
Aldığı yola, geçirdiği değişime bir düzeyde sempatim kuşkusuz var.
Ama bu kadar.
Tek kişilik anlatımlarında seyirciyi, seyir hanesinde tutmak zordur; fakat oyuna dair diyebileceğim temiz ve incelikli bir metin, reji ve üstüne pürüzsüz bir oyunculuk; darbukanın ikinci rol arkadaşı olduğu, Leyla, İzan ve Kopilin; Diyarın / öznenin, sağ ve sol kolu kıvamında hikâyeyi ve aslında manayı / meali daha da genişlettiği muazzam biseyirlik Aslında adı gibi 9/8lik ritmiyle -bana- hep acı bir tat bırakan notalar.
Biraz İhsan Oktay Anar biraz Metin Kaçan rüzgârında / gölgesinde dolaşma hissiyatı da veren ama insan olma eylemini çokça sadeleştiren / garipleştiren bir hikâye.
İç sesimi de döktükten sonra sorum: Oyun hem Mekan hem de sizin kişisel güzergâhınızda nerede duruyor ve ne ifade ediyor?
Oğulcan Arman Uslu: Kişisel olarak söylersem, ilk kez tek kişilik bir oyun çalıştım.
Anlatı formuna aşina olsam da ufak tefek denemeler dışında ilk kez deneyimliyorum diyebilirim.
Daha önce dışardan baktığım süreçlerin içindeyim şimdi.
Benim için bir laboratuvara dönüştü şimdiden.
Bir dolu ödevi var.
Oyunculuk alışkanlıklarım, eğilimlerim, tercihlerim tekrar gözden geçirmem gereken şeylere dönüşüveriyor bu kadar sadeleşen bir yapı içinde.
Tabii ki bunda reji tercihinin etkisi çok.
Her süreç gibi bu sürecin de kendine özgü problemleri ve çözümleri var.
Sezen yanımda, Şamil yanımda.
Kendimi güvende hissediyorum.
İşin teknik kısmını bir kenara koyarsam, oyunu hayatımdan ayrı bir yerde düşünmüyorum.
Gündemimiz ne ise sahnede de o var.
Son zamanlarda, sizi etkileyen veyahut iyi gelen performans, oyun, film, albüm / şarkı, sergi, kitap veyahut bir fotoğraf karesinde neler var; paylaşırsanız bizler de nasiplenelim isterim?
Şâmil Yılmaz: Tiyatroda; Tiyatro Hemhal / En Sevdiğinden Başla, Strandom Arthouse / Apsolit, Echoes Sahne & Ma Platform / Khora, Artalan Kolektif / Yıldız ve Animus Tiyatro / Gözbağcı.
Müzikte Mabel Matizin Yusufu Kaybettimi, dizide (Jack Thorne ve Stephen Graham tarafından yaratılan ve Philip Barantini tarafından yönetilen bir İngiliz dizisi) Adolescence.
Bu yıl fazla sergiye gidemedim maalesef.
Ama Ahmet Rüstem ve Hakan Sorarın Bir Varış Bir Yokuşunu anmak isterim.
Kitap olarak ise Ayberk Erkayın şahane çevirisiyle Edouard Lousnin (Can Yay.) Şiddetin Tarihi diyeyim.
Sezen Keser: Tiyatroda En Sevdiğinden Başla, Khora ve Apsolit.
Müzik için yıllardır dinlemekten vazgeçemediğim (geleneksel Filistin müziği çalan bir ud üçlüsü) Le Trio Joubran ve çok sevdiğim bir arkadaşım olmasından da gurur duyduğum (müzisyen) Volkan İncüvez diyeceğim.
Sinemada eskiyi keşfettiğim bir zaman oluyor benim için bu ara.
Aki Kaurismaki filmleri diyeyim.
Bir de yine eski bir film olan ama yeni izlediğim (Maren Ade tarafından yazıp yönetilen, Alman komedi drama filmi) Toni Erdmann geliyor aklıma etkilendiklerim içinden.
Oğulcan Arman Uslu: Tiyatroda; Apsolit, Yıldız, Gözbağcı.
Kitapta, Zaven Biberyanın (Aras Yayıncılık, Sirvart Malhasyan çev.) Karıncaların Günbatımı.
Ben de dizi olarak Adolescence diyeceğim.
Şarkı olarak da Peyk Denizdeyim.
Tiyatro rotasında bizleri neler bekliyor; masanızda veya kafanızda gelecek proje ve programınızdan bahseder misiniz?
Şâmil Yılmaz: Henüz netleşmiş bir şey yok.
Ama bir süredir iki yüz yıla yayılan bir aşk hikâyesi için tarih okumaları yapıyorum.
Biraz vampirlik, biraz barınma hakkı, biraz aşk Yazmaya oturduğumda ne olur, ortaya ne çıkar bilmiyorum ama Sezen Keser: Oyun ikinci sezonuna başlamadan epey yer gezdi.
Londra, Gümüşlük, Ankara, Düsseldorf...
Tüm takvim mekansahne Instagram hesabından takip edilebilir.