Haber Detayı

Şenay Aydemir, İktidarın 23 Yıllık Kültür Politikasını "Akp'nin Kültür Savaşı" Kitabında Anlatıyor
Yerel haberler.com
28/12/2025 16:33 (5 saat önce)

Şenay Aydemir, İktidarın 23 Yıllık Kültür Politikasını "Akp'nin Kültür Savaşı" Kitabında Anlatıyor

Türkiye’de sanat uzun yıllardır sansür ve baskı altında. AKP iktidarıyla birlikte bu baskı, yasakların ötesine geçerek sektörlerin yeniden dizayn edilmesi, görünürlüğün denetlenmesi ve oto-sansür mekanizmalarıyla kurumsallaştı. Gazeteci Şenay Aydemir, bu süreci “AKP’nin Kültür Savaşı” kitabında “hegemonya kurma çabası” olarak tanımlıyor.

Haber: Hilal Solmaz (İSTANBUL) - Türkiye'de sanat, iktidarla hiçbir zaman huzurlu bir ilişki kurmadı; haksızlıklar karşısında söz alan, muhalefeti ve itirazı görünür kılan bir alan olduğu için çoğu zaman baskıyla karşılaştı.

Kitapların toplatıldığı, filmlerin yasaklandığı, oyunların sahneden indirildiği, sanatçıların sürgün ve hapisle cezalandırıldığı uzun bir sansür tarihi var. 1978'de sanatçıların gerçekleştirdiği büyük sansür yürüyüşü, bu baskılara karşı kolektif itirazın simgelerinden biri olarak hala hafızalarda. 12 Eylül sonrasında ise sansür biçim değiştirdi; yasakların yerini görünmezleştirme, dağıtım kanallarını kapatma ve dolaşımı engelleme aldı.AK Parti iktidarıyla birlikte bu müdahale hattı yeni bir aşamaya geçti.

Başlangıçta "özgürlük" ve "çoğulculuk" söylemiyle sunulan kültür politikaları, özellikle 2011 sonrası dönemde açık bir denetim ve yeniden yapılandırma sürecine dönüştü.

Dizilerden müziğe, sinemadan güncel sanata uzanan geniş bir alanda hem doğrudan hedef alınan sanatçılar hem de piyasa ilişkileri üzerinden şekillenen bir otosansür rejimi kuruldu.

Gazeteci Şenay Aydemir, İletişim Yayınları'ndan çıkan "AKP'nin Kültür Savaşı" adlı kitabı üzerinden, kültür ve sanat alanında sansürden sermayeye, yasaktan görünürlüğe uzanan hattı ANKA Haber Ajansı'na anlattı.AK Parti'nin kültür politikalarını bir "savaş" olarak tanımlıyorsunuz.

Bu savaşın en görünmez ama en etkili cephesi sizce neresi?Bu "savaş" ifadesi tabii ki ironik.

Kavram olarak çok haz ettiğim bir şey değil ama geriye dönüp özellikle son 15 yıla baktığımızda, ciddi biçimde hem imhaya hem de alanı yeniden dizayn etmeye yönelik çabaları görüyoruz. ve yıllardır da bu biçimde tartışıldığı için için editörüm Tanıl Bora'yla birlikte bu ifadeyi uygun bulduk.Bu sürecin iki temel ayağı var.

Birincisi, batırılamayacak kadar büyük alanların dizi sektörü, yayıncılık gibi yeniden organize edilmesi.

Yani sermaye yapısının ve iş yapma biçimlerinin değiştirilmesi. 2017'de SETA'nın yayın dünyası raporu, 2019'daki "popcorn krizi"yle başlayıp Ayşe Barım'a reva görülenlerde zirveye çıkan süreç, bugün oyuncuların ve yapımcıların itibarsızlaştırılması… Bunların hepsi alanın yeniden dizayn edilmesiyle ilgili.İkinci ayak ise doğrudan hedef alınabilen kişiler.

Özellikle müzisyenler, yazarlar, yönetmenler… Örneğin Kazım Öz'ün son üç filminin sansürlenmesi ya da gösteriminin engellenmesi.

Mesela Grup Yorum, Türkiye müzik tarihinin, bütün dönemleri ve türleri kapsayacak şekilde söylersek, en büyük 50 öznesinden biridir.

Ama artık ulaşmak ve dinlemek neredeyse imkansız.

Hiçbir mecrada ulaşılabilir değil.

Bu açık bir imha girişimi.Bu süreç ne zaman başladı? 2010 Avrupa Kültür Başkenti döneminde kültür alanında görece bir çoğulluk vardı.

Siz bunu bir "pazarlama projesi" olarak tanımlıyorsunuz.

Kırılma nerede?Kitapta 2011'i milat olarak koysam da öncesindeki Ergenekon ve Balyoz süreçlerin bir tasfiyeyi beraberinde getirdiğini hatırlamak gerekir.

AKP'nin kendi siyasal hattı önündeki bütün direnç alanlarını temizlediği bir mıntıka temizliği süreciydi.

Devlet içindeki güç dengeleri yeniden kurulduktan sonra kültür alanına müdahale çok daha açık, çok daha doğrudan hale geldi. 2011 seçimleriyle birlikte Erdoğan'ın söylemi sertleşti, özgüven arttı ve sanat alanı artık yalnızca teşvik edilen değil, denetlenen ve hizaya sokulan bir alan olarak görülmeye başlandı.

Gezi'den sonra ise giderek daha da sertleşti."AKP 2010'a kadar iyiydi" anlatısı çok yaygın.

Siz buna nasıl bakıyorsunuz?Bu anlatı, AKP'nin reformculuğuyla ya da demokratlığıyla değil, dönemin siyasal ve ekonomik zorunluluklarıyla açıklanmalı. 2002'de iktidara geldiklerinde Kemal Derviş'in hazır bir liberal programı vardı.

Devletin bütün alanlardan çekilmesini, sermayenin her alana girmesini hedefleyen bir programdı bu.

Kültür de bundan azade kılınamazdı. 2004'te Sinema Yasası çıktı, Sponsorluk Yasası yürürlüğe girdi. 2004'ten sonra özel müzeler peş peşe açıldı.

Ondan önce yalnızca Sabancı Müzesi vardı; o da daha çok sabit bir aile koleksiyonu mantığıyla işliyordu.

Bugün çağdaş sanat alanında egemen olan büyük sermaye müzelerinin neredeyse tamamı bu dönemde kuruldu ve teşvik edildi.2010 yılında İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla sonuçlanın süreç, 1990'lı yıllar boyunca dünyada öne çıkan marka şehirler akımının bir parçası olarak düşünülebilir.

AKP, 2002'de iktidara geldiğinde yalnızca Kemal Derviş'in ekonomi programını değil, sermayenin bu tür beklentilerini de devraldı, sahiplendi ve gereğini yapmak için harekete geçti.

Avrupa Birliği hedefini de satın aldı ve gerekli düzenlemeler için harekete geçti.

Öncesinde bir niyet vardı ama siyasi irade yoktu. 90'lı yıllarda onlarca hükümet kuruldu.

Yani "ilk dönem böyle değillerdi" diye tarif edilen şey ideolojik bir dönüşümden çok politik ve ekonomik bir zorunluluğun sonucuydu.

Yoksa aynı dönemde yasaklar, sansürler, davalar devam ediyordu.

Fakat kültür endüstrisi her koldan büyüdüğü için ihmal edilebilir bulundu belli ki.

Peki bu tablo ne zaman tersine döndü?2011 seçimlerinden sonra Erdoğan'ın dili değişti.

Muhteşem Yüzyıl doğrudan hedef alındı, diziler açıkça hedefe kondu.

Kültür alanı artık yalnızca teşvik edilen değil, doğrudan müdahale edilen bir alan haline geldi.

Toplumsal algı bakımından ise 2013 Gezi sürecinden sonra şirketlerin, kültür kurumlarının prestiji ciddi biçimde sarsıldı.

İnsanlar "Picasso getiriyorsun ama Kaz Dağları'nı yağmalıyorsun" demeye başladı.

Medya sahiplerinin başka alanlardaki faaliyetleri görünür hale geldi.

Bir tür teşhir süreci başladı.

Bu noktadan sonra AKP, kültür alanında açık bir hegemonya kurma çabasına girdi.

Bu müdahale sanat üretimini nasıl etkiledi?Şunu düşünelim: "Siyaset yok, Kürt sorunu yok, Ermeni sorunu yok, sevişme yok, öpüşme yok, yoksulluk anlatamazsın, açlığı anlatamazsın." Peki ne anlatacaksın?

Bir yaratıcı bütün bunları dışarıda bırakmak zorunda olduğunu bildiğinde nasıl bir hikaye kurabilir?Ya da güncel sanat üzerinden düşünelim.

Beş tane büyük mekan var ve hepsi büyük sermaye gruplarının elinde.

Bu grupların tamamı devletten ihale alıyor, maden işletiyor ya da bankacılık yapıyor.

Sen o mekanda iş üreteceksin.

Yaparsın ama ne kadar radikal olabilirsin?

Görünürlük, başlı başına bir siyasal araç haline geliyor.Bu durum sadece sanatçıyı mı etkiledi?Hayır.

Bizi de dönüştürdü.

Sanatı metalaştırırken bizi de tüketiciye dönüştürdü.

Artık bir film için "hikayesi ne?" demiyoruz, "festivalde ne aldı?" diyoruz.

Bir tiyatro oyunu için Instagram'da paylaşım yapılıp yapılmayacağına bakıyoruz.

Bu, sadece yaratıcıyı değil, izleyiciyi de piyasaya uyarlayan bir süreç.

Kuşkusuz bu bütün dünyada onlarca yıllık bir sürecin ürünü olarak ortaya çıktı.

Ama Türkiye'nin kendine özgü siyaset ve ekonomik dinamikleri var."Baskı sanatı besler" söylemi çok yaygın.

Siz buna katılmıyorsunuz.

Neden?Bu bir efsane bence.

Baskı altında sanat yükselir diye bir şey yok.

İran sineması örneği verilir hep ama belki baskı olmasa çok daha güçlü bir sinema ortaya çıkacaktı.

Dört beş yönetmen üzerinden koca bir ülkenin potansiyelini ölçemezsiniz.

Sanatın üretilebilmesi için gelenek, kurum, süreklilik gerekir.

O yüzden "baskı sanatı besler" lafı romantik ama yanlış.Türkiye'de sanat uzun yıllar boyunca sansürle, yasaklarla ve baskılarla karşı karşıya kaldı; sanatçılar cezaevine girdi, kitaplar yasaklandı, filmler sansürlendi ya da kayboldu. 1978'de yapılan büyük sansür yürüyüşü gibi örneklerde sanatçılar bu baskılara kolektif biçimde itiraz edebildi.

Buna rağmen sanat her dönemde kendi mücadele biçimini de üretti.

Bugün sizce sanatçılar bu mücadele geleneğini sürdürebiliyor mu?

Sanatçı halktan bağımsız değildir. 70'lerde halk sokaktaydı, sanatçı da oradaydı.

Gezi'de de öyle oldu.

Muhalefet tıkanırsa sanat da tıkanır.

Mesela bu tür politik süreçlerde sanatçılar daha çok halkın peşinden gider.

Şimdi bahsettiğin dönemlere bakalım: 1978'de ülkenin yarısı siyasallaşmıştı, grevler ve direnişler her yere yayılmıştı.Şimdi bugüne bağlayalım.

Biz sanatçıların en politik olarak tetiklendiği zamanı ne zaman gördük?

Gezi'de.

Çünkü halk sokaktayken sanatçı da cesaretleniyor. 19 Mart darbesinden sonrasına bakalım.

Yine benzer bir sonuç ortaya çıktı.

Yani ilerici muhalefetin, hatta muhalefet bile demeyelim, ilerici bir toplumsal hattın güçlü olduğu, sokakta olduğu dönemlerde sanat üreticileri, yani sanatçılar, bu cesaretle sürecin bir parçası haline geliyorlar. 1978'de olan da aslında buydu.

Toplum her yerden, her kanattan itiraz halindeyken, sanatçılar da meşru bir biçimde bunun parçası olabiliyorlardı; katılım da buradan doğuyordu.Cumhuriyet'in bir kültür politikası vardı.

Bugün benzerini kendi düşünceleri doğrultusunda mı kurmak istiyorlar?Bugün var olandan devşirme bir şey kurulmaya çalışılıyor.

İktidar ideologları 15 yıl önce "Bugüne kadar Kemalistler sermaye ve siyasette iktidardaydı, o yüzden onların sanatı hakimdi.

Artık iki iktidar da bizde, gümbür gümbür geliyoruz" diye yazıyorlardı.

Bu analojinin yanlışlığı bir yana, kastettikleri 'Kemalist' ya da 'Cumhuriyetçi' aydınların hemen hepsi 'Kemalizm' ve 'Cumhuriyet'le bir biçimde sürtüştüğü için içere girmiştir.

Sistemin daha iyi olması adına, en ucuz kurtulanlar bile bir yerlere sürülmüştür.

Dolayısıyla o dönem çok heves edilen o muhafazakar aydın-sanatçı kuşağı hiçbir zaman gelmedi zaten.

Gelemezdi de.

Kültür ve sanat alanında bir "çoraklaşma" tespitiniz var.

Bunun nedeni ne?

Siyasi müdahale mi, yoksa ekonomik ve ticari faktörler mi?Eskiden olduğu gibi iyi filmler, tiyatro oyunları veya konserler artık aynı yoğunlukta değil.

Yaygın, ana akım mekanlarda, ünlü oyuncular oynuyor ama izleyici ilgisi kısa süreli oluyor; birkaç kez gidip sonra bitiyor.

Bu anlamda bir çoraklaşma var.Aslında bu, büyük ölçüde siyasal alanla ilgili bir durum.

Eskiden sansür devlet ve yargı üzerinden yapılırdı.

Artık sansürün sivilleştiğini görüyoruz: Bazı tiyatro salonu sahipleri, işletmeleri belirli oyunları kırmızı çizgiye takmadan sergileyebiliyor; bazı metinler ise tamamen dışarıda bırakılıyor.Kültürel iktidar tartışmalarının soyut düzeyde kalmasına karşı, doğrudan sanat üretiminin izini süren bu kitabı yazmayı neden gerekli gördünüz?Türkiye'de kültürel hegemonya, kültürel iktidar tartışmaları çok genel kavramlar üzerinden, semboller ve dönemler üzerinden tartışıldı.

Ama doğrudan sanat alanına bakarak, yani sanat üretiminin kendisinin izini sürerek çok yapılmadı.

Buradaki hem içerik dönüşümü hem dil dönüşümü, hem ekonomik dönüşüme bakılarak anlatılmadığı bir eksikliği giderme ihtiyacından doğdu bu.

Bu boşluğun bir kısmını doldurmayı başarırsa ne mutlu.Bu bir gazetecilik kitabı.

Dolayısıyla bir gazeteci olarak böyle bir sorumluluk hissettim.

Bunu yapabilecek az sayıdaki deneyimli, kültür ve sanat gazetecilerinden biri de benim.

Bir de malum mesleğimizin içine düşürüldüğü durumdan dolayı, işsizim.

Hazır işsizken kendime iş icat edeyim dedim.

İlgili Sitenin Haberleri