Haber Detayı
Galapagos’ta sınanan insan doğası
İki savaş arası Avrupa’nın bunaltıcı ortamından kaçıp kendini Galapagos Takımadaları’na atan Avusturyalı Doktor Friedrich Ritter burada “ideal insan” fikrinden yola çıkan bir ütopya oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak işler beklediği gibi gitmeyecek, insanlığın doğası zorlu bir sınavla baş başa kalacaktı.
Charles Darwin, hem bilimsel hem de toplumsal açıdan yüzyıllar boyunca tartışılacak en önemli eserlerinden biri olan “Türlerin Kökeni”ni, okyanusun ortasındaki bir adalar dizisinde yaptığı gözlemler sonucunda şekillendirmişti.
Ziyareti sırasında karşılaştığı canlıların her adada birbirine çok benzemesine kaşrın bulundukları ortama kusursuz bir biçimde uyum sağladıklarını fark etmişti. 1831’de yaptığı bu gözlemler, “doğal seçilim” fikrinin oluşmasında büyük rol oynadı.
Ancak insanlığın kendi geçmişini anlamaya dönük bu bilimsel yolculuğun, daha karanlık bir soruyu da beraberinde getireceğini kimse öngöremiyordu.
Yaklaşık 100 yıl sonra aynı adalarda yaşanan bir dizi olay, bu soruya tuhaf bir pencere aralayacaktı. 1930’da Avrupa, iki savaş arası kaosu yaşıyordu.
Avusturyalı Doktor Friedrich Ritter, Nietzsche’nin felsefesinden derin biçimde etkilenmiş ve “uygarlıktan kaçış”ın ideal bir yaşam biçimi olduğuna karar vermişti.
Kendisini destekleyen sevgilisi Dore Strauch ile böyle bir ideal yaşamı kurabileceğine inandığı Galapagos Takımadaları’ndaki Floreana Adası’na göç etmeye karar verdi.
Ritter, üst-insanlık idealini adada inşa etmeyi amaçlarken bu inancını göstermek istercesine tüm dişlerini çektirip çelik protez yaptırmıştı.
Zihinsel olduğu kadar fiziksel bir hâkimiyet de kurmaya çalışıyordu.
Dore ise onun bu felsefi laboratuvarında hem bir öğrenci hem de bir denek gibiydi.
Ritter’in arzuladığı yaşam yalnızca doğaya karşı verilen bir mücadele değil, insan üzerinde mutlak denetim arzusunun dışavurumuydu.
Floreana’ya vardıklarında tek hayalleri vardı: Modern dünyanın gürültüsünden uzakta kendi ütopyalarını kurabilmek.
Ritter, dostlarına gönderdiği mektuplarda ideal bir toplum kurma arzusundan ve ada yaşamının ruhunu özgürleştirdiğinden söz ediyordu.
Bu mektuplar ve gazete haberleri, bunalmış toplumda büyük ilgi uyandırdı.
Çok geçmeden Heinz Wittmer, oğlu Harry ve hamile eşi Margret ile adaya geldi.
Amaçları, çocuklarının kronik akciğer rahatsızlığını bu doğal ortamda iyileştirmekti.
Ancak kafalarında bir bilge olarak büyüttükleri Ritter, tahmin ettikleri gibi çıkmadı.
Onları ağırlamak bir yana tarımın bile zor yapılacağı uzak bir köşeye yönlendirip kendi hallerine bıraktı.
GELENLER ARTTI Ada yaşamının cazibesi büyüdükçe gelenler de çeşitlenmeye başladı.
Bu kez zengin ve gösterişi seven Viyanalı Barones Eloise von Wagner de Bousquet ile iki genç aşığı adaya ayak bastı.
Barones, şatafatlı giysileri ve hizmetkârlarıyla adada bir otel kurup kendi krallığını yaratmayı düşlüyordu.
Bu durum Ritter’in felsefi tekelini ve otoritesini tehdit eden yeni bir güç odağı yarattı.
Su kaynakları ve sınırlar üzerinden başlayan gerilim, karşılıklı nefrete dönüştü.
Ada artık bir insan deney sahası, küçük bir iktidar arenası olmuştu.
Karşılıklı laf sokmalar, hırsızlık suçlamaları ve birbirini sabote eden davranışlar sonun başlangıcıydı.
Ritter’in ideal toplum düşü hızla çökerken güç dengeleri de değişmeye başladı.
Her lider, kendi topluluğu üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışırken diğerinin varlığını bu hâkimiyete yapılmış bir saldırı olarak görüyordu.
Sonra olanlar oldu.
Önce Barones ve aşığından biri ortadan kayboldu.
Ardından Ritter’in kuşkulu ölümü soru işaretlerini artırdı.
Cinayet mi, kaza mı, intikam mı?
Bu karanlık vakalar, Galapagos’un tarihi bilmecelerinden birine dönüştü, asla kesin bir sonuca ulaşılamadı.
Modern psikolojinin yeni yeni yeşerdiği bir dönemde yaşanan bu olaylar gösteriyor ki Galapagos’un el değmemiş doğası, insanın el değmemiş içgüdülerinin yalnızca bir yansımasıydı.
Uygarlıktan kaçtığını düşünenler, aslında onun en temel dinamiğini—iktidar ve hükmetme arzusunu—yanlarında taşımışlardı.
Ritter’in Nietzsche’ci üst-insan ideali bir başka insan üzerinde tahakküme dönüşürken Barones’in “cennet” hayali, feodal bir düzen kurma tutkusuna evriliyordu.
İnsan, en ıssız adada bile bir “öteki” yaratmadan, onunla çatışmadan, bir hiyerarşi kurmadan duramıyordu.