Haber Detayı
İstanbul depremi gibi çöküş olabilir
Prof. Dr. Ünal Zenginobuz’a göre, 2026’da sabit gelirlileri de reel sektörü de iyi günler beklemiyor. Sürekli kriz durumu kısa vadede düzelmeyecek. İflaslar ve konkordatolarda daha fazlasıyla karşılaşmaya hazır olmalıyız.
ŞEHRİBAN KIRAÇ / NEFESBoğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof.
Dr.
Ünal Zenginobuz, “Türkiye’nin içine bulunduğu siyasi ortam, operasyonlar, tutuklamalar, hukuki aksaklıklar ışığında ne yabancılar gelip yatırım yapmak ister, ne de kendi vatandaşlarınız” dedi.
Bu yıl sonunda enflasyonun yüzde 30’un altına düşmeyeceğini vurgulayan Prof.
Dr.
Ünal Zenginobuz ile ekonomideki son gelişmeleri konuştuk.ENFLASYONDA YÜZDE 30’UN ALTI ZOR*Bakan Şimşek ve Merkez Bankası revizyonlarında da görüyoruz ki 2025 sonunda enflasyon yüzde 30’un altına düşmeyecek.
Siz enflasyon tarafında neler öngörüyorsunuz, neden istenilen düşüş sağlanamıyor?Türkiye’nin içinde bulunduğu şu anki yönetim düzeni içinde TÜİK’in aldığı kararların tamamen siyasi müdahaleyi yansıttığı gerçeği tartışılır olmaktan çıktı, tüm ekonomik aktörlerin algısı haline geldi neredeyse.
Dolayısıyla resmi enflasyon rakamlarının neyi yansıttığını bilmek zor.
Ama, belirttiğiniz şekilde, 2025 yılı sonu itibariyle enflasyonun yüzde 30’un altına düşmeyeceği kesin. 2026 yılı sonu itibariyle ise (resmi rakamlara göre bile) yüzde 20’nin altına düşmesi için de bir neden görmediğimi belirtebilirim.Enflasyon, 1970’li yıllardan bu yana Türkiye ekonomisinin temel sorunlarını birebir yansıtan en önemli gösterge.
Enflasyon bir semptom, arkasında Türkiye ekonominin uzun vadeli dış kaynak (döviz) bağımlılığı yatıyor ve onun da arkasında verimli üretim (teknolojik yetersizlik) sorunu bulunuyor.
Tabii bu temel teknik iktisadi nedenler bir tarafa, enflasyon her zaman ve her yerde aynı zamanda siyasete, gelir paylaşıma ilişkindir ve bizdeki türde uzun süre çok yüksek düzeyde seyrettiğinde, farklı toplum kesimleri arasındaki gelir dağılımını derinden etkilememesi mümkün değildir.Enflasyonun siyasetle bağlantısını Türkiye için en iyi ortaya koyan gelişme 2021 Aralık ayında bir gecede alınan Kur Korumalı Mevduat (KKM) kararıdır. 2018 yılında geçilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile devlet yönetimi artık tek elden yürütülmektedir.Umulanın aksine bu durum Türkiye’de iktisadi belirsizlikleri azaltmamış, arttırmıştır.
Bu çerçevede döviz kuru yükselişe geçmiş; buna karşılık olarak da faizleri artırmak yerine, ideolojik saikler kadar yaklaşmakta olan 2023 seçimleri öncesi ekonomiyi soğutmamak için, şapkadan KKM kararı çıkarılarak o sırada zaten yürütülmekte olan düşük faiz uygulamasına hızlanarak devam edilmiştir.Bu uygulamalar halen içinden çıkamadığımız enflasyon patlaması ile bizi doğal olarak karşı karşıya bırakmıştır. 2023 yılında yapılan seçimler öncesi düşük faizle ekonominin canlı tutulması Sayın Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını korumasına, siyasi iktidarın kendi bekasını sürdürebilmesine yadsınamayacak ölçüde destek sağlamıştır, ama Türkiye ekonomisini halen içinden çıkamadığımız ve çıkılması çok güç sorunlarla da baş başa bırakmıştır.Seçim kazanılır kazanılmaz düşük faiz politikasından hemen ricat edilmiş olması ve temel itibariyle piyasalara güven vereceği düşünülerek Mehmet Şimşek’in göreve getirilmesi, daha önce yapılanların doğru olmadığının ve sürdürülemeyeceğinin kabulüdür.Türkiye’deki enflasyon yapısal olarak döviz kuruna aşırı bağımlı olduğu için, Mehmet Şimşek sonrası dönemde enflasyonla mücadele döviz kurunu her hal ve şartta kontrollü tutmaya eşitlenmiş, bu amaca yönelik olarak faizler hızla yükseltilmiştir.
Yüksek faiz durgunluk demektir ve zaten parasal yöntemlerle ancak ekonomiyi durdurarak enflasyonu indirebilirsiniz.Diğer taraftan, bu mekanizma, amaçlandığı şekilde, faiz arbitrajı (carry trade) imkânı sağlaması nedeniyle yurtdışından gelen kısa vadeli döviz akımıyla ayakta durmakta, belki de dünyanın en yüksek efektif faiz oranıyla yurtdışına gelir transferi ve ülke ekonomisi için çok ciddi maliyet anlamına gelmektedir.Ancak, programının başlamasından bu yana iki yıldan fazla süre geçmiş olmasına rağmen enflasyon sorunu halledildi demekten çok uzak bir noktadayız.
Bu kaçınılmaz, çünkü yüksek faize rağmen Türkiye’de harcamalar yoluyla bir taraftan da büyüme devam ediyor.
Türkiye büyük bir ülke ve KKM’nin daha da bozduğu gelir dağılımımız da öyle ki Türkiye’de yüksek gelirli diyebileceğimiz, Avrupa ülkeleri düzeyinde geliri olan azımsanmayacak büyüklükte bir kesim de var.Döviz kurunun düşük tutulmasının da etkisiyle ithalata dayalı tüketim azalmıyor, artıyor.
Ayrıca, iktidar da konkordato ve iflaslar patlamasın, toplumsal desteği iyice azalmasın diye selektif desteklerle farklı sektörleri destekleyecek, yatırım yaptıracak kararlar almaya çalışıyor.
Kamu harcamalarının da hız kesmediği bir ortamda büyüme sürüyor, ama asıl sorun olan enflasyon düşemiyor, yüksek faiz indirilemiyor.2026’DA VATANDAŞI İYİ GÜNLER BEKLEMİYOR*Ciddi bir gelir erimesi söz konusu.
Ücretler enflasyon karşısında eriyor.
Bu anlamda önümüzdeki günlerde vatandaşı nasıl günler bekliyor?Her bakımdan sorunlu KKM kararı ardından patlayan enflasyonun azdırdığı bir sorun gelir dağılımı.
KKM’nin ekonomiye etkisi şu kadar olmuştur, ya da olmamıştır tartışmalarında yadsınamayacak bir nokta, zaten bozuk olan gelir dağılımını, içerdiği yüksek gelirli kesime yapılan 60 milyar dolar mertebesindeki faiz yollu transferlerle, daha da bozmuş olmasıdır.
Sabit gelirliler ciddi bir yoksullaşma yaşamaktadırlar.
Bu durumun düzelmesine yönelik bir değişiklik kısa vadede mümkün gözükmemektedir.Neredeyse ortalama ücret haline gelmiş olan asgari ücrette önümüzdeki yıl ne kadar düzeltme yapılacağı tamamen iktidarın giderek azalmakta olan siyasi desteği konusunda nasıl bir değerlendirme yapacağına kalmıştır.
Tabii iktidar derken Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Saray çevresi diye anlamak gerekiyor.
Yakın zamanda seçim yapmak zorunluluğu doğacağı yönünde bir değerlendirme yapılırsa asgari ücrette, emekli maaşlarında düzeltme olabilir, 2023 seçimlerinden önce olduğu gibi.
Benim şahsi görüşüm henüz o noktada olunmadığı, asgari ücrette sınırlı bir düzeltme olacağı yönünde.Ayrıca, asgari ücretteki hissedilir bir yükseltmeyi aynı zamanda memur ve emekli maaşlarına da bir şekilde yansıtmak gerekeceğinden, zaten iyi durumda olmayan kamu maliyesini de çok zorlayacaktır.
Asgari ücrette ciddi bir iyileştirme olsun ya da olmasın, iyice bozulan kamu maliyesinin yepyeni vergilerle ayakta tutulmaya çalışılacağı da görülmektedir.
Özetle, 2026 yılında sabit gelirli vatandaşları çok iyi günler beklemiyor.İFLASLAR DAHA DA ARTACAK*İşverenler, reel sektör tarafına baktığımızda o tarafta da işler iyi gitmiyor.
İflaslar, konkordatolar artıyor.
Maliyetler yükseliyor.
İşverenler açısından nasıl günler yaşanacak, daha fazla iflasla, işsizlikle karşılaşabilir miyiz?Asgari ücretle ilgili yukarıda söylediklerime bağlayacak olursam, iş verenler, reel sektör bakımından maliyet unsuru olan asgari ücrette geniş kesimleri tatmin edecek düzeltme yapmak için yer yok.
Tabii asgari ücretin bu kadar önemli hale gelmesi kendi başına önemli bir sorun, ki bu üretimde verimsizliğin, katma değer düşüklüğünün de bir göstergesi.Asgari ücret ortalama ücret gibi oldu.
Düşük kur, ithal ara girdi maliyetlerini düşük tutmakla birlikte ücretlerin maliyetini döviz cinsinden ciddi olarak yükseltiyor.
Bu da ihracatçılar için önemli bir olumsuzluk.
Düşük kur ayrıca ithalatı da cazip hale getiriyor.
Üretim yapan şirketler açısından durum zor olmaya devam edecek.
İşsizlik zaten yüksek bir düzeyde ve iflaslar, konkordatolar zaten hissedilir ölçüde.Daha fazlasıyla karşılaşmaya hazır olmalıyız.
Kronik hale gelmiş gerek vatandaşın gerek iş veren kesiminin birlikte yaşamayı öğrenmek zorunda kaldığı, sürekli kriz durumunun kısa vadede düzelmesi için ise ortada bir neden görülmüyor.
Tam tersi giderek gerginleşen siyasi ortamın yarattığı ciddi belirsizlikler en fazla iş dünyasını, reel sektörü etkiliyor, etkilemeye devam edecek.EKONOMİNİN TEMEL SORUNU SİYASİ*2026 yılı için uzmanlar genelde daha olumsuz bir senaryo çiziyor.
Sizce 2026 Türkiye ekonomisi, vatandaş ve reel sektör açısından nasıl bir yıl olacak?2026 yılında Türkiye ekonomisindeki gelişmelerin akıbeti büyük ölçüde içinde bulunulan ve rejim sorunu düzeyine varan siyasi belirsizlik ve gerginliklerin çözülüp çözülmeyeceğine, nasıl çözüleceğine bağlı.
Bulunduğumuz noktada Türkiye ekonomisinin temel sorunu iktisadi olmaktan ziyade siyasidir.
Türkiye’de bir siyasi rejim krizi yaşıyoruz ve onun bir tezahürü de bu bir türlü düzelmeyen çarpık ekonomik tablo.Siyasi belirsizlik çözülmeden de ekonomideki temel kırılganlıkların ve direnç noktalarının aşılması mümkün olmayacaktır. 2026 yılı için umabileceğimiz çok daha kötü bir noktaya, ciddi bir krize sürüklenmemek olabilir.
Hukukun üstünlüğünün sorgulandığı, iktidarın siyasi rakiplerinin tutuklama ve hapsetmeler yoluyla etkisizleştirilmeye çalıştığı bir ortamdayız.
Bu şartlarda bir ekonominin düzelmesi için önkoşul teşkil eden hususlarda çok ciddi sorunlar var.
Teknik iktisat açısından çok ciddi fay hatları üzerinde oturuyoruz.Kısa vadede aşırı yüksek düzeydeki enflasyon ve enflasyonu düşürmek için sürdürülen düşük kur politikasının tıkanmaması mümkün gözükmüyor, fay hatlarındaki gerilimleri daha da artırıyor bu politikalar.
Tamamen her hal ve şartta iktidarda kalmaya odaklanmış, sorunların temeline inemeyecek geçici politikalar günü kurtarmaya yetmediğinde çöküş korkulan büyük İstanbul depreminin şiddetinde olabilir.GELİR DAĞILIMI EŞİTSİZLİĞİ DERİNLEŞİYOR*Şu anda Türkiye ekonomisinin en can yakıcı sorunları nelerdir, çözüm için neler önerirsiniz?Türkiye ekonomisinin şu an görüntüde hissettiğimiz en temel sorunları enflasyon ve enflasyonun iyice derinleştirdiği gelir dağılımı sorunlarıdır.
Bunların arkasında ise ekonominin uzun vadeli dış kaynak (döviz) bağımlılığı ve onun da arkasında yatan verimli üretim (teknolojik yetersizlik) sorunudur.
İç içe geçmiş bu sorunlar maalesef ancak uzun vadeli politikalar ve uygulamalarla çözülebilir.
Kısa vade için önerebileceğim bir şey yok maalesef.Sonuç olarak bir iktidar meselesi bu sorunlar.
Şu anki iktidarın bu sorunlara karşı kalıcı çözüm üretecek durumu kalmamıştır.
Tabii enflasyon gibi konularda kısa vadede yapılabilecekler var mutlaka.
Ama öncelikle Merkez Bankasının, okuyanlara herhalde politika faizini arttıracaklar dedirten gerçekçi enflasyon değerlendirmesinin akabinde politika faizini indirdiğini görmediğimiz bir duruma gelmeye ihtiyacımız var.BELİRSİZLİK EKONOMİYİ OLUMSUZ ETKİLİYOR*Türkiye’nin içine bulunduğu siyasi ortam, operasyonlar, tutuklamalar, hukuki aksaklıklar… Bunlar yatırımcıları nasıl etkiliyor?Bilindiği üzere, ekonomiyi en olumsuz etkileyen unsurların başında belirsizlik gelmekte.
Başta yatırım kararları gibi geleceğe yönelik belirli bir vadeyi ilgilendiren tüm iktisadi kararlar, getirisinin ve götürüsünün iyi ayırt edilemediği belirsizlik ortamında sekteye uğrar.
Ekonomi, doğası gereği ülkedeki siyasi yapıyla, siyasi rejimle ve o rejimin ekonomiyi yakından etkileyen kurumsal yapısıyla çok doğrudan ilintili.Türkiye tartışmalı bir referandum sonrasında parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçti.
Bu çok radikal bir değişiklik.
Yeni sistemde ekonomiyi etkileyen kamu kurumlarının herhangi bir otonomisi kalmadı.
Her şey cumhurbaşkanının vereceği karara bağlanmış durumda.TCMB’nın, TÜİK’in aldığı kararların tamamen siyasi müdahaleyi yansıttığı gerçeği tartışılabilir bile olmaktan çıktı, tüm ekonomik aktörlerin algısı haline geldi.
Bakanlıkların dahi Cumhurbaşkanı tarafından tevdi edilen görevleri yerine getiren sekreterler olduğu bir sistemde başka bir şey beklenemez zaten.
Tek karar vericinin olmasının hedeflendiği bir siyasi rejim durumu var Türkiye’de şu an.
Bu şekilde tek elden yönetilmenin ekonomi için çok daha iyi olacağı iddia ediliyor.Ülkenin, vatandaşların refahını arttıracak kamu iktisadi kararların tek kişinin yönetiminde çok çabuk, anında verilebileceği ve böylece tek kişinin yönetiminde ekonomi için çok önemli olan belirsizliklerin çok daha az olacağı varsayılmakta.
Dünyanın jeopolitik bakımdan en netameli bölgesinde yer alan Türkiye’nin büyük güçlerin kızışan savaşında, dünya düzeninin yeniden kurulmakta olduğu içinden geçmekte olduğumuz zor konjonktürde, ekonomik açıdan güçlenmesi için tek adam rejiminin en iyi çerçeve olduğu savunulmaya çalışılıyor.TOPLUMSAL GERGİNLİKLER ARTIYOR*Öyle mi gerçekten?Kararların tek elden ve çok çabuk alınabildiği bir kamu iktisadi karar düzeninin en büyük sorunu yine bu özellikleri.
Kamu iktisadi kararları tek elden ve çok çabuk alabilmek, ancak her zaman “doğru” kararları aldığınız garanti edilebilir olsa idi iyi sonuç verebilirdi.
Yaşayarak görüyoruz ki tüm siyasi ve de iktisadi kararların tek elden ve çok çabuk verilebilmesi iyi sonuç vermiyor çoğu zaman.
Ülkemiz halen büyük ölçüde cumhurbaşkanlığı kararları ile yönetiliyor.İktisadi konularda kararlar, parlamentoyu bıraktım, tecrübesi olan kamu bürokrasisine bile danışılmadan doğrudan Saraydaki yeni bir başkanlık mekanizmasıyla alınıyor.
Kararın hiçbir şeye benzemediği anlaşılınca, ya da yayınlandıktan sonra bir şekilde toplumsal baskı görürse, hemen anında değiştirilebiliyor.
Yanlış kararları hızlı alabilmek iyi bir şey değildir.
Ortadaki mekanizmanın doğru karar almayı teşvik edici, mümkün olduğu ölçüde doğru karar almayı zorlayıcı bir mekanizma olması gerekir.Tek karar vericili bir sistem bunun tam tersidir.
Tek kişinin karar verdiği mekanizma iktisadi açıdan belirsizliğin azaldığı değil, tam tersi çok arttığı bir durumdur.
Bu şartlarda Sarayın mekanizmalarına yakın küçük bir azınlık dışında iktisadi aktörler sadece daha fazla belirsizlik hissederler (o küçük azınlık da belirsizliğe tabidir aslında, sadece kararlardan önceden haberdar olabilme ve etkileyebilme imkânı bakımından ayrılır).Demokrasi, özellikle parlamenter demokrasi yavaş işleyen bir sistemdir.
Bu da aslında bir ülke ekonomisi için sanılanın aksine kötü değil, iyi bir şeydir!
İnsanın birey olarak onuruna en uygun yönetim biçimi olmasının yanı sıra, parlamenter demokrasinin iyi çalıştığı bir rejim, yavaş karar alınsa bile ekonomi için nihayetinde daha iyi sonuç veren bir rejimdir.
Öncelikle, herhangi bir konuda olduğu gibi ekonomi için de “doğru”ya ortak akılla daha kolay ulaşılır.Ayrıca, kamunun aldığı iktisadi kararlar doğaları gereği farklı toplumsal kesimleri çok farklı etkilediği için etkin bir şekilde uygulanmaları toplumsal rıza üretilmesine bağlıdır.
Toplumsal rıza ise ancak karar verme mekanizmalarına yeterince katılım olabiliyor ise ortaya çıkar.
Türkiye’de, gelinen nokta itibariyle, parlamento büyük ölçüde askıdadır.Alınan siyasi ve kamu iktisadi kararlar için toplumsal rıza üretebilecek bir platform olarak parlamentoda bile kararların oluşmasına katılım yok denilecek düzeydedir.
Bu nedenle toplumsal gerginlikler artmaktadır, kontrol edilemez noktaya gelme ihtimali az değildir.
Toplumsal rıza üretme mekanizmalarınız çalışmıyor ise toplumsal gerginlik artar, kamu düzenini rıza üretme yoluyla değil baskı yoluyla sağlamak zorunda kalırsınız.Hukukun üstünlüğünü, kanun devleti olmayı, ifade özgürlüğünü, bireysel hak ve özgürlükleri çiğnemekten, hukuku siyasi rakiplerinize karşı silah olarak kullanmaktan başka çareniz kalmaz.
Bugün içinde bulunduğumuz durum maalesef budur.Türkiye’nin içine bulunduğu siyasi ortam, operasyonlar, tutuklamalar, hukuki aksaklıklar ışığında ne yabancılar gelip yatırım yapmak ister, ne de kendi vatandaşlarınız.
Yarattığınız baskı ortamında nefes alamayan ülkenin geleceği gençleriniz en kısa zamanda yurt dışına kaçmaya bakarlar.İYİ BİR DEVLET MEKANİZMASI OLMALI*Türkiye’nin krizden çıkması için bir kurtuluş reçetesi var mıdır?İyi çalışan, içinde yer alan kişilere refah sağlayan bir ekonominin iyi çalışmasının ilk koşulu iyi bir devlet mekanizması olması.
Özgürlükleri ve vatandaş refahını önceleyen bir devlet mekanizması, her şeyden önce siyasi sistemin toplumsal rızayı baskı yoluyla dayatan değil temsil edilme hakkına ve katılımcılığa izin veren barışçıl bir şekilde üreten bir sistem olmasına bağlı.
Dönüp dönüp aynı şeyleri söylüyorum belki, ama bu temel noktada mesafe kaydetmeden ekonomiye ne olacağını konuşmak boşuna.Dünyanın içinden geçmekte olduğu son küreselleşme dalgası, özellikle COVID salgını sonrası tüm dünyanın birbirine ne kadar yakından bağlandığını ortaya koydu.
Bu bağlanma yalnızca 1980’lerle birlikte iradi olarak piyasaların küreselleştirilmesinin sonucu değil, aynı zamanda başta ulaşım ve telekomünikasyon olmak üzere teknolojide ulaşılan olağanüstü gelişmelerin de sonucu büyük ölçüde.
Tüm dünya geri dönülemeyecek ölçüde birbirine bağlanmış durumda, herkesin herkesi, her ülkenin her ülkeyi az ya da çok etkilediği, yok sayılması mümkün olmayan “dışsallıklar” söz konusu.Bunların arasında çevre sorunları da çok önemli bir yer tutmakta.
Tüm bu sorun ve durumlarla baş edebilmek için gerek ulus devlet ölçeğinde gerekse iş birliğinin dışsallıklar nedeniyle iyice şart haline geldiği uluslararası düzeyde etkin bir şekilde politika geliştirecek kamu aygıtlarına ihtiyaç her zamankinden fazla (ulus devlet, şöyle ya da böyle, toplumların kendi içlerinde özgür ve demokratik olmaları ve küresel ölçekte birbirileriyle barış içinde yaşayabilmeleri için optimal örgütlenme ölçeği olmaya devam edecek).CİDDİ BİR KAMU REFORMU GEREKİYOR*Bu çizdiğiniz çerçeve devletin ekonomideki rolünün azaldığı değil arttığı bir durumu işaret ediyor değil mi?Tabii devlet ekonomide her zaman vardı (serbest piyasaların bildiğimiz şekilde işlemesi devlet eliyledir; devlet olmadan yürümeyecek hukuk sistemini ortadan kaldırın, özel mülkiyet ve onun imkân verdiği serbest piyasa ortada kalmaz).
Geldiğimiz noktada hem teknolojik hem de dünya düzeyindeki jeopolitik gelişmeler, devletin 1980 sonrası dünyayı saran neoliberal piyasa anlayışının dayattığı şekilde sadece ekonomik faaliyetleri düzenleyici olduğu ama doğrudan üretimde yer almadığı modeli bir kenara atmış durumda.
Çin’in devlet kapitalizmi diyebileceğimiz uygulamalarıyla ABD’nin hegemonyasını sarsmaya başlamış olması ABD’de bile devletin doğrudan üretime süreçlerinde yer almasını tekrar gündeme getirdi.
Avrupa zaten “karma ekonomi” diyebileceğimiz o modeli hiçbir zaman tam anlamıyla bırakmamıştı.
Özellikle yüksek riskli teknoloji alanlarında devletin doğrudan üretimin içinde yer alması, kamu girişimciliği tartışmalarının yeniden gündeme gelmesi son dönemin en çok tartışılan konularından.
Karma ekonomi, 1980’de 24 Ocak kararıyla başlayan ve Özal döneminde kıvamını bulmuş dışa açık tam serbest piyasa ekonomisi öncesinde Türkiye’nin resmi ekonomik modeliydi.
Türkiye’de devlet, Cumhuriyetin ilk yıllarından sermaye birikimi olmayan ülke koşulları ile 1930 büyük iktisadi buhranın zorunlu kılması sonucu ekonomide sadece düzenleyici olarak değil doğrudan üretici olarak yer almak durumunda kalmış ve bu durum oldukça uzun bir süre devam etmişti.
Geldiğimiz noktada tekrar devletin doğru sektörlerde üretimde doğrudan yer almasının artı ve eksilerini tartışmaya geri dönmemiz gerekiyor.Devletin ekonomideki rolünün yeniden kurgulandığı bir süreçte ayrıca serbest ve rekabetçi piyasaların var olup iyi çalışabileceği sektörlerde iyi çalışmasının önündeki tüm engellerin kaldırılması; serbest, rekabetçi piyasaların iyi çalışamayacağı elektrik, telekomünikasyon vb. ağ özelliğini haiz sektörlerde ise çok iyi çalışan kamu müdahale, regülasyon yöntemleri geliştirilmesi de gerekmekte.
Bu her şeyden önce çok sağlam bir hukuk sistemi, hukukun üstünlüğü demek.
Bu yoksa zaten geriye konuşulacak bir şey kalmıyor.
Maalesef bu konuda süratle geriye gidiyoruz.
Diğer bir deyişle, Türkiye’de şu an için en önemli reform hukukun üstünlüğünü yeniden ve geriye dönülemez bir şekilde tesis etmek olacaktır.
Başka türlü hür teşebbüsün icra edilebileceği bir ekonomi, bunun üzerine inşa edilebilecek müreffeh bir toplum söz konusu olamaz.Bunun ardından çok ciddi bir kamu yönetimi reformu gerekmektedir.
Yetkin bir bürokrasinin tarafsız bir şekilde çalışmadığı bir ekonominin günümüz dünyasında başarı şansı yoktur.
Bu da her şeyden önce liyakat ilkesinden hiçbir şekilde sapmadan belirlenmiş bürokratik kadrolar demektir.Bu olmazsa olmaz iki hususta yol aldıktan sonra ciddi bir vergi reformu ve rekabet politikaları ile gerekli sektörlerde düzenleyici (regülasyon) politikaların gözden geçirilip kuvvetlendirilmesi gerekmektedir.
Bu çerçevede 2001 krizinden sonra kurulan Rekabet Kurumu, BDDK gibi bağımsız düzenleyici kurumların etkin çalışması, uygulanacak politikaları belirleyecek siyasi irade ile bunları tarafsızca hayata geçirecek kurumun siyasi müdahale olmaksızın çalışması arasındaki dengenin yetkin bir şekilde kurulması şarttır.
Bu kurumlara Merkez Bankası da dahildir.Doğası itibariyle eşitsizlikler yaratmaya müsait serbest piyasa ekonomisinin bu özelliğini toplumun kabul edebileceği sınırlara çekecek sosyal politika uygulamaları da öncelik verilmesi gereken ve ekonomide kısa vadeyle uzun vadeyi birbirine bağlayabilecek en önemli yapısal reform alanlarından biri olmalıdır.
Siyasi iktidarların patronaj için ulufe gibi dağıttığı değil, vatandaşlık hakkı temelli sosyal politika uygulamaları yoluyla işsizlik gibi ciddi toplumsal sorunların olumsuz etkisini kısa vadede medeni bir şekilde sınırlayacak politikalar geliştirmek gerekmektedir.
Yapay zekâ ve üretimde robotlaşmanın sıcak gündem konuları olmaya başladığı günümüzde yaygın işsizliğe karşı hazırlıklı olmak gerekmektedir.
Bağlantılı bir konu da her yaşta tüm çocukların yetkin eğitim almalarına yönelik sosyal politika uygulamaların uzun vade gerektiren teknolojik dönüşüm, rekabetçi üretim gibi hususlar için şart olduğunu anlamaktır.
Stratejik sektörlerde dışa bağımlı olmaktan kurtulmanın başka, kısa vadeli, bir formülü bulunmamaktadır.Dışa bağımlı hale geldiğimiz stratejik sektörler olarak sayabileceğimiz teknoloji sektörlerinde ise enseyi karartmadan daha iyisini yapmanın yollarını bulmaya çalışmamız gerekmektedir.
Türkiye’nin elinde her şeye rağmen yüksek teknoloji alanlarında dünyayla rekabet edebilecek çok iyi yetişmiş genç mühendis kadroları ve girişimcilikte başarılı olmaya namzet genç insanları mevcuttur.Ancak, elimizdeki yetişmiş insan gücünü yurt dışına kaçıran kamu yönetimi zafiyetinden, bunun temelinde bulunan şu anki siyasi rejim krizinden bir an önce kurtulmadan herhangi bir ekonomik atılım gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır.