Haber Detayı

Küratör hem anlatıcı hem tanıktır
Kültür sanat cnnturk.com
12/11/2025 15:24 (1 ay önce)

Küratör hem anlatıcı hem tanıktır

İlhamını, yazar Chimamanda Ngozi Adichienin evrensel çağrısından alan Why We Should All Be Feminists / Neden Hepimiz Feminist Olmalıyız, İstanbuldan başlayarak on ülkeyi dolaşacak bir sergi dizisi. Küratör Sabine Fellner ve eş küratör Zeynep Sayının öncülüğünde hazırlanan proje, feminizmi yalnızca bir kimlik değil; kolektif bir sorumluluk ve kültürel dönüşüm alanı olarak ele alıyor. Avusturya Kültür Ofisi desteğiyle düzenlenen ve 28 Kasıma kadar gezilebilecek olan serginin küratörü Fellner ile bir röportaj gerçekleştirdik.

Kadınların eşitlik mücadelesi, sanatın dönüştürücü diliyle yeniden sahnede.

Avusturya Kültür Ofisi İstanbulda başlayan Neden Hepimiz Feminist Olmalıyız sergi dizisi, Nijeryalı yazar ve aktivist Chimamanda Ngozi Adichienin -2012de Londradaki TEDxEuston konuşmasında, cinsiyet ve kültürel kimlikten bağımsız olarak tüm insanlar için daha adil ve eşitlikçi bir dünya talep eden, milyonlarca kez paylaşılan- We Should All Be Feminists / Hepimiz Feminist Olmalıyız adlı manifestosundan yola çıkarak uluslararası bir diyalog başlatıyor. 2027de Linzdeki Lentos Sanat Müzesinde tamamlanacak proje, Avusturyadan Türkiyeye uzanan on farklı ülke arasında feminist sanatın geçmişini, bugününü ve geleceğini birbirine bağlayarak köprü görevi üstleniyor.

Sanat tarihçisi ve yazar Sabine Fellner ile eş küratör Zeynep Sayın öncülüğünde hazırlanan sergi; Stella Bach, Burçak Bingöl, Julia Bugram, Sevda Chkoutova, Katharina Cibulka, İnci Eviner, Fatoş Irwen, Susanne Kompast, Claudia Larcher, Monica C.

LoCascio, Maria Legat, Monika Pichler, Margot Pilz, Anna Rafetseder, Ness Rubey, Elisabeth von Samsonow, Christiane Spatt, Lisa Strasser ve Nives Widauer gibi uluslararası sanatçıların eserleri aracılığıyla kazanımların korunması, patriyarkal anlatıların sorgulanması ve eşitliğin yeniden tanımlanması üzerine düşünmeye davet ediyor.

Yalnızca bir sanat projesi değil, aynı zamanda küresel bir çağrı, tartışma ve kolektif bir hatırlama olduğunun altı çizilen sergi, Avusturya Dışişleri Bakanlığının uluslararası kültür çalışmalarında özel bir vurgu yaratmayı amaçlayan Leuchtturmprojekte (Deniz Feneri Projeleri) adlı yeni girişimin bir parçası.

Sergi, hafta içi saat 15.00e kadar Avusturya Kültür Ofisi, Yeniköy yerleşkesinde ziyaret edilebilir. (Fotoğraflar: Sabine Fellner / Julian Fellner; sergi görselleri / Laurenz Fellner.)  Bizim neslimizin kazanımları kırılgan  İzninizle sondan başlamak isterim.

İtalyan filozof Giorgio Agamben, Çıplaklıklar adlı kitabında şöyle diyor: Benim zamanım, diyenler zamanı böler, ona bir fasıla ve bir süreksizlik nakşeder.

Ama çağdaş tam da bu fasıla aracılığıyla, şimdinin, çizgisel zamanın hareketsiz türdeşliğinin arasına girmesiyle, farklı zamanlar arasında özel bir ilişki devreye sokar Bu demektir ki, çağdaş sadece karanlığını algılayan, hedefine asla varamayan bir ışığı yakalayan kişi olmakla kalmaz; o aynı zamanda zamanı bölerek ve araya sokarak, onu dönüştürme ve başka zamanlarla ilişkiye geçirme becerisine sahip kişidir.

Tarihi hiç bilmeyen şekliyle okuyabilir; kafasına öyle estiği için değil karşılık vermeden edemediği bir zaruret uyarınca tarihi alıntılamak için.

Üstadın tarifinden hareketle kültür sanat rotanızın kadrajından 2025 yılı Z raporundan nasıl bir fotoğraf çıkar?

Uzun ve kısa vadede, dünya ile kültür-sanat platformlarının ve yaratıcı pratiklerin geleceğine dair öngörüleriniz neler olur?

Günümüzün toplumsal, siyasal ve kültürel koşullarını değerlendirebilmek için belli bir mesafeye ihtiyaç var.

Bu mesafe çoğu zaman geçmişle kurulan bağ sayesinde oluşur.

Bu durum özellikle kadınların siyasal katılım ve kültürel alandaki eşitlik mücadelesi açısından son derece önemlidir. 1900 ile 1938 yılları arasında kadın sanatçılar tarafından elde edilen dikkat çekici özgürleşme kazanımları, 1938deki Anschluss ile yok edildi.

Elde edilenleri yeniden kazanmak için mücadelenin tekrar başlaması 1960ların sonlarını buldu.

Günümüzde feminist avangardın önde gelen sanatçılarından Annegret Soltau, şu uyarıda bulunma ihtiyacı hissediyor: Bizim kuşağımızın kazanımları kırılgan.

Gerçekten de bugüne kadar elde edilenler yeniden tehdit altında.Bu nedenle sağlamlaştırılmalı, güçlendirilmeli, hatta yeniden kazanılmalıdır.

Uluslararası ölçekte, kadınların haklarını yeniden kısıtlamaya, sınırlamaya ve yasaklamaya yönelik eğilimlerle karşı karşıyayız.

Bu eğilimler kadınları yeniden aile içine çekmeyi ve ekonomik olarak bağımlı hale getirmeyi amaçlıyor.

Z kuşağından kadınlar, günümüzün küresel siyasi iklimi göz önünde bulundurulduğunda, anlaşılabilir bir aile güvenliği arayışını eşitlik kaybıyla takas etmemeye dikkat etmelidir.

Günümüzün feminist sanatsal yaklaşımları ise bu tehdit edici tehlikeleri etkileyici bir biçimde görünür kılabilmektedir.

Gelelim, Adichienin konuşmasından ilhamla hayata geçirdiğiniz ve açılışını 17 Ekimde İstanbul Kültür Ofisinde yapan Neden Hepimiz Feminist Olmalıyız başlıklı projenize.

Adichienin çağrısının serginizin öznesine dönüşme süreci nasıl gelişti?

Projenin yaratım ve doğuş hikâyesini anlatır mısınız?

We Should All Be Feminists / Hepimiz Feminist Olmalıyız başlıklı konuşma, cinsiyet ya da kültürel kimlik fark etmeksizin, tüm insanlar için daha adil ve daha eşit bir dünya çağrısında bulunuyordu.

Bu konuşma, yayıldığı dönemde eşitliğin geleceğine dair büyük bir umut taşıyan evrensel bir feminist manifesto haline geldi.

Yaklaşık on yıl sonra, 2025te, sanki bunun tam tersine işleyen uluslararası bir karşı hareketle yüz yüzeyiz.

Kadınlar yasal eşitlik mücadelesinde çok şey kazanmış olsa da, yaşamın pratiklerinde tablo farklı görünüyor.

Giderek geriye bakan bir dünya görüşü, kadınları birçok açıdan geriye itiyor.

Tam da bu nedenle, bu başlıkla bir sergi başlatmak için en doğru zamandayız.

Bu proje iki yıla yayılan bir yolculuk.

Başlangıçta sizi harekete geçiren temel duygu neydi?

Adichienin Hepimiz feminist olmalıyız çağrısı, sizin küratörlük anlayışınızda bir manifesto gibi mi yankı buluyor, yoksa daha çok kişisel bir iç rehber olarak mı işliyor?

Adichienin çağrısı, feminist bir manifesto niteliği taşıyor.

Bu çağrı, yalnızca kamusal bir manifesto olmakla kalmıyor; aynı zamanda eşitliğin hâlâ ne kadar savunmasız olduğunu hatırlatan derin bir uyarı işlevi görüyor.

Hepimiz feminist olmalıyız fikri, basit bir slogandan öteye geçiyor ve adaletsizliğin nerede olursa olsun kabul edilmemesi, buna karşı ortak bir sorumluluk üstlenilmesi gerektiğini vurguluyor.

Serginin yapısını oluştururken hangi unsurlara öncelik verdiniz?

Kavramsal çerçevenizi kurarken sizi yönlendiren temel referanslar nelerdi?

Avusturyadaki kadın sanatçılar tarihine dair yürüttüğüm küratörlük çalışmaları ile feminist avangarda odaklanan Verbund Koleksiyonunun yöneticisi Gabriele Schorun çalışmaları, serginin kavramsal çerçevesinde temel bir rol oynadı.

Yaşlılık, çocukluk üzerine sergiler düzenledim  Küratörlüğün yalnızca eser seçmek olmadığını, aynı zamanda hikâye anlatmak anlamına geldiğini ve her serginin, izleyiciye toplumsal bir meseleyle yüzleşme alanı sunduğunu söylüyorsunuz.

Hatta çok hoşuma giden bir tanımınız var: Görsel bir tiyatro sahnesi gibi kurgulanmalı.

Böylelikle izleyici adım adım bir anlatının içine girer.

Bu nedenle de sergilerinizde feminist ve ekolojik meseleleri görünür kılmaya özel bir önem veriyorsunuz.

Bu bağlamda, projede hangi eserleri göreceğiz?

Bu seçimler nasıl yapıldı?

Projenin yol haritasından bahseder misiniz?

Küratörlük çalışmalarım yalnızca feminizm ve ekolojiyle ilgili değil.

Erkek imgesi, yaşlılık, çocukluk ve ekoloji üzerine de sergiler düzenledim.

Temelde, kamusal alanda tek taraflı bir biçimde ele alınan konular ilgimi çekiyor ve sergilerim aracılığıyla bu tek taraflı bakış açılarını dengelemeye çalışıyorum.

Şu anda 10 ülkeyi gezecek olan sergi dizisinde odak noktası, Avusturyalı sanatçıların feminist eserleriyle ev sahibi ülkelerin sanatçılarının feminist eserleri arasında bir diyalog kurmak.

Böylece sergi dizisi konuya uluslararası bir perspektif kazandırıyor.

Hangi ülkede konunun hangi yönlerinin öne çıkacağı ise zamanla görülecek.

Her projeye farklı bir algı ve hissiyatla yaklaşıyorsunuzdur.

Peki, bu sergiyi hazırlarken sizi en çok yönlendiren duygu ya da düşünce neydi?

Feminist sanatı incelediğinizde, 1920ler ve 1930larda kadın sanatçılar tarafından eşitlik açısından elde edilmiş pek çok kazanımın Nasyonal Sosyalizm tarafından yok edildiği ve 1968 kuşağı tarafından yeniden mücadele edilmesi gerektiği hemen göze çarpıyor.

Günümüzde ise, o dönemde yeniden mücadeleyle kazanılmış ve artık güvence altında gibi görünen birçok kazanımın yeniden tehdit altında olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Bu durum içimde güçlü bir isyan duygusu uyandırıyor.

Sizce, Adichienin Hepimiz feminist olmalıyız çağrısı, günümüz kültür kurumlarının (müzeler, galeriler, moda markaları vb.) kamusal sorumluluk anlayışını nasıl yeniden tanımlıyor?

Bu çağrı, sanatın toplumsal rolünü yeniden düşünmek ve tartışmak için bir kapı aralıyor mu?

Adichienin We should all be feminists çağrısı genel bir toplumsal çağrıdır ve bu nedenle kültürel kurumları da kapsar.

Ancak sanat, her zaman politik olmuştur ve bu beraberinde getirdiği niteliğini tüm sonuçlarıyla sürdürmüştür.

Müzeler, galeriler ve moda markaları yalnızca feminist eserleri sergilemekle kalmamalı; aynı zamanda adil çalışma koşulları sağlamak, kapsayıcı programlar geliştirmek ve ötekileştirilmiş topluluklarla gerçek işbirlikleri kurmak yoluyla feminist ilkeleri kendi işleyişlerinde de yansıtmalıdır.

Sonuç olarak, Adichienin çağrısı, görünürlük etiği üzerine daha geniş bir tartışmanın kapısını açar: Kim görülüyor, kim susturuluyor ve kim karar veriyor?

Bu çağrı, sanat dünyasını toplumsal değişimin iletilmesi ve somutlaştırılması için bir platform olmayı sürdürmeye teşvik eder.

Sanat, değişimin olasılığını görselleştirir  Adichie, toplumsal cinsiyet eşitliğine ulaşmak için kültürel bir değişime ihtiyaç duyulduğunu vurguluyor.

Sadece kadınların özgürleşmesine bağlılık olarak değil, aynı zamanda erkekleri kadınlarla cinsellik, görünüm, roller ve başarı konularında konuşmaya teşvik etmenin bir yolu olarak da hepimizin feminist olması gerektiğini savunuyor.

Bu metnin, Aralık 2015te kitap haline getirilip İsveçteki her 16 yaşındaki lise öğrencisine dağıtılacağı açıklanmış, desteklenmişti.

Mesela, popüler kültüre de sızdı: Örneğin, Diorun defilesindeki we should all be feminists tişörtü çok tartışılmıştı.

Bazı eleştirmenler bunu feminizmin metalaştırılması olarak değerlendirdi.

Daha pek çok örnek var.

Sizce feminizmin bu şekilde görünür hale gelmesi, meseleyi hangi boyuta taşıyor?

Feminist meseleler ne kadar görünür, apaçık ve kendiliğinden anlaşılır hale gelirse, toplumun bütünü için o kadar verimli olur.

Ancak görünürlük her zaman beraberinde karmaşıklık getirir.

Feminist fikirler popüler kültüre girdiğinde, basitleştirilme, metalaştırılma ya da ticarileştirilme riskiyle karşı karşıya kalırlar.

Bir tişörtteki slogan merak uyandırabilir, sohbet başlatabilir ve farkındalık yaratabilir.

Önemli olan, bu temsillerin nasıl bağlamsallaştırıldığıdır; derinlemesine bir etkileşime kapı mı araladıkları, yoksa yüzeysel bir eğilim olarak mı kaldıkları.

Bu anlamda görünürlük hem bir fırsat hem de bir sorumluluktur; feminizmin pazarlanabilir bir etiket olmaktan ziyade, dönüştürücü bir güç olarak kalmasını sağlama sorumluluğunu bize hatırlatır.

Feminist sergilerde hikâye anlatıcılığı kavramı, sanat nesnesinin özerkliğini nasıl dönüştürür -küratör burada anlatının yazarı mı, yoksa tanığı mı olur?

Ve bu sergilerin toplumsal meselelerle yüzleşme alanı olması, izleyiciyi pasif bir gözlemciden etik bir özneye dönüştürür mü?

Bir sanat eserinin özerkliği korunur; o, anlatının özerk bir parçasıdır.

Küratör hem anlatıcı hem tanıktır.

Bir sergi, ziyaretçileri harekete geçirip düşündürebiliyorsa amacına ulaşmış demektir.

Küratörün rolü, duyguları, anıları ve politik gerçeklikleri ortak bir düşünme alanına dönüştüren bir aracıya / bir arabulucuya dönüşür.

İdealde, ziyaretçiler bu anlatılarla karşılaştıklarında artık yalnızca dışarıdan bakan gözlemciler olarak kalmaz; etik bir diyaloğun katılımcılarına dönüşürler.

Hikâye içindeki kendi konumlarını sorgulamaya, sorumluluklarını fark etmeye, kabul etmeye ve yeni vizyonlarla etkileşime davet edilirler.

Yaşadığımız dünya hâlâ kadınlar, çocuklar ve hayvanlar konusunda çok acımasız ve gün geçtikçe bu acımasızlık daha da büyüyor; déjà vu!

Bugün 2025 yılı itibarıyla pek çok kazanım olsa da toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve şiddet hâlâ devam etmekte.

Buna çerçevede serginizin anlamlı bir yerde durduğunu düşünüyorum.

Sizce bu karanlık tabloya rağmen hâlâ umut var mı?

İnsan asla umudunu kaybetmemeli.

Umut, edilgen bir duygu değil; bir direniş eylemi, değişime inanmaya devam etme kararıdır.

Bize hem bireysel hem de kolektif düzeyde dönüşüm için çalışmayı sürdürme, dayanışma içinde olma ve bir arada durma gücü verir.

Adaletsizliği açığa çıkaran veya susturulmuş seslere ses veren her sanatsal ifade, her sergi bu direnişe katkıda bulunur.

Sanat, değişim olasılığını görselleştirir.

Rebecca Solnit, Feminizm, kadınları güçlendirmek değil, tüm toplumu özgürleştirmektir derken; siz de, Kadın sanatçılar yüzyıllarca görmezden gelindi.

Onları sergilemek, yalnızca geçmişi onarmak değil, bugüne ve geleceğe de yön vermek anlamına geliyor diyorsunuz.

Sizce, bu iki tanım, sanat kurumlarının toplumsal misyonu açısından nasıl yeniden okunabilir?

Yine sergi ve sanat alanları açısından düşündüğümüzde; sınırların giderek silikleştiği bir çağda, sanatçılara hem alan tanıyan hem de onları düşünmeye teşvik eden kurumların, sanatçıların ve yapıtlarının geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Yerleşik anlatılardan kopmak, bizi ütopik olasılıklara, olabileceklere ve geçmiş de dahil olmak üzere yeni bakış açılarına götürür.

Bu, değişim için yeni vizyonlar açar.

Böylece sanat kurumlarının yalnızca sergi mekânları olmadığını; kültürel bilinci şekillendirmede aktif katılımcılar olduklarını hatırlatır.

Geleceği nasıl gördüğüm konusunda tahmin yapmak zor.

Masa başında ya da kafanızda var olan proje veya hedeflerinizden bahseder misiniz?

Önümüzdeki iki yıl boyunca bu projeyle tamamen meşgul olacağım ve doğal olarak sergilerin fark edilip ilgi görmesini umuyorum.

Bugünlerde sizi etkileyen veyahut iyi gelen performans, festival, oyun, film, albüm / şarkı, sergi, kitap ya da bir fotoğraf karesinden neler var; paylaşırsanız bizler de nasiplenelim isterim?

Chimamanda Ngozi Adichie bana büyük ilham verdi; tıpkı Katharina Cibulkanın Solange Projesi gibi.

Bunun yanında Avusturyalı yönetmen Carola Mairin HELLwach - Hommage an Bodo Hell (Bodo Helle Övgü) filmi de benim için önemli bir ilham kaynağı oldu.

Bu film, sonradan feminist olduğu ortaya çıkan Avusturyalı yazar Bodo Hellin portresini sunuyor.

Temelde hem geçmişte hem de bugün cinsiyet eşitliğine dayalı bir toplum için yorulmadan mücadele eden, cesaretleri, kararlılıkları ve güçleriyle ilham veren herkesten besleniyorum.

Son olarak bu da var paylaşalım, çoğalsın... dediğiniz ne/ler varsa, paylaşmaktan mesut olurum!

İstanbul Sözleşmesi, kadınlar için büyük önem taşıyor ve bu sergi dizisine sözleşmeye adını veren şehirde başlamanın özel bir anlam kattığına inanıyorum.

Umarım bu, burada kadın hareketi içinde de yankı bulur ve birbirimize ilham verip güç kazanmamıza olanak sağlar.

Avusturya Kültür Forumu İstanbul ekibi, bu açılışı bizim için olağanüstü ve sorunsuz hâle getirdi; gösterilen sıcak ilgi ise beni gerçekten mutlu etti.

Aynı coşku ve katılımın hem İstanbuldaki devam eden sergi hem de projenin sonraki durakları için sürmesini diliyorum.

İlgili Sitenin Haberleri