Haber Detayı

Her şey benim için bir oyun
Kültür sanat cnnturk.com
07/11/2025 10:20 (1 ay önce)

Her şey benim için bir oyun

Bütün bu işlerimde ısrar ediyorum. Ahmet Sami Özbudak, tiyatroyu sokaklara, eski binalara ve tarihi bir semtin içine taşıyor; kimi zaman bir kilise, kimi zaman bir kafe, kimi zamansa bir apartman onun sahnesine dönüşüyor. Üretim, dayanışma ve hayal kurma cesaretini sahneye taşırken, izleyiciye de kendi deneyimini yaşama fırsatı sunuyor. Böylelikle yarattığı her oyun bir keşif, her karakter de bir yolculuk oluyor.

Balatın taş sokaklarının fonunda veya eski bir apartmanın odalarında veya Kumkapıda tarihî bir kilisede tiyatro nasıl yaşar?

Ahmet Sami Özbudak, bu soruya her oyunuyla yanıt veriyor. 2013te İz ile başlayan yolculuğu, ödüllerle taçlanırken, Balattaki Monologlar Müzesi ile tiyatronun sınırlarını kendi jargonunda yeniden çiziyor.

Burada her izleyici, kendi ritminde hikâyeleri keşfediyor; karakterler yalnızca sahnede değil, yaşamın ortasında nefes alıyor.

Hikâyelerini anlattığı Balatta buluştuğumuz Özbudaka sözü bırakmadan evvel, fonunuza da (bu aralar Özbudakın atmosferini şereflendiren) Pet Shop Boysun Discography hemhalini almanızı salık veririm.

Hazırsanız, başlıyoruz!

Bütün bu işlerimde ısrar ediyorum  İzninle sondan başlamak isterim.

ABDli yazar James Arthur Baldwin, Sanat, yaşamın acılarını görünür kılmak ve insan ruhunu özgürleştirmektir der ve ekler, Sanatın amacı, cevaplar tarafından gizlenmiş soruları açığa çıkarmaktır.

Üstadın tarifinden yola çıkarak kişisel yaşamın ve sanat / tiyatro kadrajından 2025 yılı Z raporundan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar?

Uzun ve kısa vadede dünyaya ve tiyatroya / sanata dair öngörün ne olur?  2025 yılı benim için, Baldwinin açığa çıkarmak ifadesiyle kastettiği gibi, birtakım içsel kazılarla geçti.

Hem üreterek hem de üretimlerimin karşılığını görerek, verimli ve güzel bir yıldı.

Ritmimi hiç bırakmadığım, üretimimin sürekli aktığı hem kişisel hem toplumsal anlamda bir döneme tanıklık ettiğim bir yıl oldu.

Yaptığım işlerde kendimi tekrar etmemeye çalışıyorum.

Ruhsal sorgulamalara yönelmek, beni tekrarlardan kurtarıyor.

Aynı karakterleri anlatmamaya çalışıyorum, her karakter, kendi hikâyesiyle oyunun bütününde yeni bir katman oluşturuyor.

Uzun ve kısa vadede, sanata ve tiyatroya dair söyleyebileceğim, üretimlerimizin görünürlüğünün giderek zorlaşacağı bir döneme girdiğimizi düşünüyorum.

Kültür sanat adına yapılan (tiyatro, sinema ve edebiyat da buna dahil) bütün bu alanların ekonomik sıkıntıların eşiğinde savrulacağını düşünüyorum.

Nasıl var olacağız? sorusunun cevabını da gerçekten bilmiyorum.

Bu konularda romantik kısmından bahsetmek çok güzel ama ortada bir realite var sonuçta.

İnsanlar ekmek yiyorlar bu işlerden.

O sert gerçeklik, o ruhsal kazılarla olan ilişkimi zedeliyor ve beni endişelendiriyor.

Her şeye rağmen hayal kurmaya devam ediyorum, ancak birçok projemi bekletmek, ertelemek zorunda kalıyorum.

Tabloyu çizdin.

Peki, gün sonunda şartlar netleştiğinde sen, kendi yol haritanı nasıl belirleyeceksin?

Devam edebilme ihtimaline dair bir kapı aralığı var mı?

Minimal bir dünya kurmaktan ve bu dünyanın içinde elimizden gelenin en iyisini yapmaktan başka çaremiz yok.

Çok para harcamadan güçlü işler üretmek, nitelikli metinler oluşturmak, gerekirse bir metne bir yılını vermek ve iyi oyuncularla çalışmak Artık mesele bu.

Bu dönemin, bu aranın bize bıraktığı etki de bu aslında.

Pandemiden sonra hayatta kalmak için geliştirdiğimiz üretim becerisinin bir devamı gibi bu süreç.

Örneğin, festivale birçok oyun geliyor, gerçekten şahane yapımlar izliyoruz ama o üretimlerin %80i yüksek bütçeli prodüksiyonlar.

O yapımların yalnızca on beş dakikasına harcanan bütçeyle iki oyun sahneleyebiliriz.

İşte geldiğimiz nokta, açmaz da burada.

Kültür-sanat emekçilerinin umutlu hâli beni hep şaşırtıyor fakat iyi de geliyor, özellikle de pesimist algıma.

Bu bağlamda seni de umutlu görüyorum...

Bugün dinlediğim bir konuşmada şöyle diyordu: Umut, kendine has varlık gösterebilen bir his, bir güdü.

Ben de ne kadar umutsuz olsam da içimde bir yerlerde hep umut var; yaşamaya devam ediyorum.

Çünkü umudun olmadığı yerde yaşam da bitiyor, kapılar da kapanıyor.

Tiyatro arşivin adeta zengin bir oyun ve proje paleti.

ABDyi yeniden keşfetmedim, bunlar zaten yurtdışında yapılan işlerdi diyorsun ki buna ben pek katılamıyorum.

Zira İstanbul tiyatrosu açısından, yerli metinler üretiminde -ki gençlere el vermek de dahil- ve seyircinin konfor alanını veya ezberini bozmak, bir sınırın aşılması anlamına geliyor bence.

Bu emeğin ve istencin arkasında ne yatıyor?

Her şeye rağmen bütün bu işlerimde -çok- ısrar ediyorum.

Balattaki Monologlar Müzesi bağlamında da bu projemi çok seviyorum; adeta benim nefesim.

Evet, çok yorucu ve emek isteyen bir proje ama hiçbir şüphem yok ki Monologlar Müzesi, kendi alanında özgün bir marka olma yolunda ilerliyor.

Oyun, seyirci Balata adım attığında başlıyor  Balatın dönüşümü 2013te başlıyor.

Senin tiyatro dönüşümün ise -yazdığın- İz adlı oyunla.

Bu oyun bol ödüller getirdi sana ve adı gibi hayatında bir başlangıç izi bıraktı diye düşünüyorum!

Ve sonrasında bu tiyatro dönüşümün -2015te- rotasını buldu diyebilir miyiz; biraz geçmişe gidelim istiyorum?

Ve tabii neden ilk etapta Balatı seçtin?  2013te İzi, GalataPerform prodüksiyonu olarak sahneye koydum ve bu oyunla Avrupanın en prestijli ödüllerinden birisi olarak gösterilen Heidelberger Stückemarkt Avrupa Genç Yazar Ödülünü aldım.

Ki yine aynı yıl bu oyunla Tiyatro Tiyatro Dergisinden yılın oyun yazarı ödülünü aldım; bir yıl sonra da Afife Ödülleri kapsamında, Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülünü Yıl 2015.

GalataPerformun Yeni Metin Festivali kapsamında ders veriyordum.

Tiyatronun ve festivalin kurucusu Yeşim Özsoya farklı bir şey yapmak isteğimden bahsettim.

Tartışmaya gerek yok, Yeşim müthiş bir vizyon; benim için okul gibiydi, çok güzel deneyimler kazandım.

Aynı dönemde bir oyun yazdım: Hayali Temsil.

İstanbul Şehir Tiyatrolarına vermiştim.

Tekrar konuya dönersem, Yeşim de her zaman, her istediğini yap dedi.

Ve Balata geldim öğrencilerle Neden Balat? sorusunun cevabı ise: Burayı çok seviyorum, gazetecilikten bu yana kurcaladığım bir semt.

Gerçek İstanbul prototipi, unutulmuş İstanbulun bir özeti veya küçük bir görseli gibi.

Balat, Samatya, Kuzguncuk, Moda, Yeldeğirmeni; buralarda da Monologlar Müzesi projemi yapma hayalim var.

Buralar gerçek İstanbul, adeta 500 yıllık bir tarihin, sürecin özeti.

Dolayısıyla festival kapsamında yazarlarla, Balatın sokaklarında egzersizler yapmaya başladık.

Yaptığımız şey, karakterin keşfi, hikâyesi ve kişilik özelliklerini anlamaya yönelikti.

Bu karakterler gerçek olsun ve biz de onları yazalım istedim.

Bütün yazarlar, 15er dakikalık, 3 sayfalık monologlar yazdılar.

O ilk monologların hepsi gerçekti.

Sonra Cibalikapıda ahşap, eski bir ev buldum.

İki günlüğünde o evi tuttuk ve okuma tiyatrosu olarak sahneledik.

Bir hikâyeyi bir semtin eski binasında/evinde veya tüm bu yaşanmışlıklar içinde var etme ve oyun oynama hali neden?

Neden klasik bir sahne veya salon yerine yaşanmış bir ev?

Ve neden müze adı?

Monologlar Müzesi ile seyircinin kendi izleme serüvenini yaratmasını istedim.

Hikâyeler 1den 5e kadar sıralanıyor.

Binanın her odasında bir hikâye anlatılıyor ve her 15 dakikada bir döngüsel olarak yeniden başlıyor hikâyeler Seyirciler oyunları sıralı izleyebilir veya istedikleri numaradan başlayıp bitirebilir; hangi oyunu sırayla izleyecekleri kendi ruh hâllerine bağlı.

Her seyircinin deneyimi farklı; her defasında aynı hikâyenin aynı anına denk gelmediği bir deneyim hali Sen bir odada hikâyeyi bitirip diğerine geçtiğinde, bir başka seyirci için hikâye yeniden başlamış oluyor.

Hikâye döngü ve dönüşüm halinde yaşamaya devam ediyor.

Oyun, seyirci Balata adım attığında başlıyor ve apartmanın odalarında devam ediyor.

Apartmandan çıkıp Balat sokaklarına karıştığında oyun hâlâ sürüyor; bu kez oyun ve oyuncular değil, biz birbirimizle konuşuyor, hikâyeyi ve bize yansıyanları tartışıyoruz.

Müzeden kastım, seyircilerin hikâyeleri bir müze gezer gibi keşfetmesi.

İlk formatımızda tabure veya sandalyeler yoktu; herkes ayakta, dilediği odaları dolaşarak hikâyeleri izleyebiliyordu.

Bugün de temel format hâlâ aynı, ancak seyirciler artık hikâyelerin sonunu tamamlamayı tercih ediyor; bu da onların tercihi.

Bu son formatı, seyirci tercih etti diyebiliriz.

Elbette İtalyan tiyatrosu ekolünü, sahnesini, kadife koltuklarını ve perdelerini ben de severim; ama burada yapmak istediğim şey farklı, daha anarşist ve özgür bir tavır.

Mecburiyetler de beni bu düzleme getirdi, ama bundan memnunum.

Konfora alışkın benim gibi seyircilerin ahvalini dürttüğünü, tembelleşen fiziki şartlarımızı zorladığını ve böylelikle de usta bir karıncalanma yarattığını; son kertede de oyunu bozduğunu düşünüyorum.

Hatta hikâye ve oyun ilişkisini tekrar özüne yakın bir hâle getirdiğini düşünüyorum; bu emeği de kıymetli buluyorum.

İşte bu, Yeşim Özsoyun, Yeni Metin Tiyatrosunun bizlere bir armağanı.

Eski bir gazeteci, dergici olarak mekânsal deneyimin önemini iyi biliyorum, Yeni Metindeki yabancı yönetmen ve yazarlarla çalışmanın getirdiği şey de buydu, tiyatro için iki temel unsur vardı, oyun ve seyirci; geri kalan teferruattır.

Altını çizmek isterim, ben bir şeyi icat etmedim; sadece ısrar ettim ve sürdürdüm.

Benim sürekliliğim aslında bir fark yarattı, eğer bir eşik arıyorsan, o budur.

Tiyatro seyircisi için ana akım tiyatro güzergâhının dışında, tarihi veya eski bir yapıda hikâyeleri farklı kadrajdan izleme, keşfetme hali sunuluyor.

Bu, aynı zamanda kendimizi de farklı kadrajdan deneyimleme fırsatı değil mi?

Monologlar Müzesi biraz meşakkatli bir deneyim.

Akşamın bir darında Balata geliyorsunuz; kulisimiz veya bekleme alanımız yok, kahve ve çay ikram ediyoruz ama konfor sınırlı hatta konforsuzluk var.

Seyirciler, taburelerde, sandalyelerde dip dibe ya da ayakta, yerde veya kapı dibinde izliyor ama şu var işte, biz ilk bu projeyi yaptığımızda 5-7 seyircili günleri hatırlıyorum.

Artık her oyun doluyor; bir kitle oluşturduk ve bu kitle, küçük ayrıntıları da kabul edip takip ediyor.

Bugün, mesela -ki burada mütevazı olamayacağım- pandemiyle de coşan tek kişilik oyun furyasının oluşmasında Monologlar Müzesinin büyük bir payı olduğunu düşünüyorum.

Çünkü orada bir şey oldu, seyirci buna alıştı, sevdi, hissetti ve tek bir oyuncunun gücünü de anlamış oldu.

Bir de şu çok büyük bir şey değil mi; bu işin prodüksiyonu yok, çok az bir prodüksiyon.

Sadece iki veya üç, hikâyenin gücü, oyuncu ve duyguya yaslanan bir oyun; bu da seyirci için paha biçilemez bir deneyim sunuyor.

Adeta bir sinema filminin setine konuk olmuş gibi hissettiriyor.

Muhteşem olmalı kaygısında hiç değilim  Tekrar senin mesaine / aynana bakıyorum ve ne kadar çok emek, disiplin, bağımsız çaba ve bir kendi başınalık tavrı görüyorum.

Eski ve yeni oyunlarınla büyük bir dünya yaratmışsın; bu ayna sana nasıl görünüyor?

Aslında her yıl bir oyun üretmiyorum.

Ama şunu seviyorum ki muhtemelen iyiyim diyebiliyorum, kalıcı oluyor oyunlarım.

Prömiyerinde çok eleştirilen bir oyun bile dört-beş yıl sahnede kalabiliyor.

Bu da şunu gösteriyor: Ben bir yerlere değiyorum ya da değmeyi bir şekilde başarıyorum.

Bir de oyundan vazgeçmiyorum, kötü çıksa bile üzerinde çalışmayı sürdürüyorum.

Beşinci, altıncı oyunda bile hâlâ o oyunun işçiliğini yapmaya devam ediyorum.

Bunu çok üretiyorsun diye söylemiyorum ama sanıyorum ki sair zamanlarda veyahut tatil rotanda da hep bir insan gözlemleme ve hikâye anlama, yakalama halin otomatikleşmiş.

Bu üretimlerin bazılarında kaygı oluşuyor mu?

Her şey benim için bir oyun.

Konuştuğum veya gördüğüm her şey bana bir cümle veriyor ve hikâyenin temellerini atıyor.

Bir insanın ağzından çıkan bir cümle, benim için çok değerli.

Hayatım ve sevdiğim işim iç içe geçmiş durumda; gün sonunda kaçınılmaz olarak üretim hâlindeyim.

Fakat tüm bunları yaratırken, her şey muhteşem olmalı algısında veya kaygısında hiç değilim.

Her şey eksiktir ve eleştiriye açıktır ve ben, bu konuda çok rahatım, o yüzden de üretmeye devam edebiliyorum.

Yazmak benim için bir kariyer planı değil.

Çok şükür, yazdıklarımdan para kazanan bir azınlıktayım, ama bu benim şifam, var olma ve hayatı algılama biçimim.

GalataPerformla başlayan maceran ve sonrası artık kendi başına yürüttüğün Balatla evrilen yolculuğunda, bugün itibariyle neler değişti veya dönüştü?

Kendime olan inancımın ve sezgilerimin ne kadar doğru olduğunu kanıtlamış oldum.

Ben mesela, ünlülerle tiyatro yapmıyorum; birkaç deneyimim oldu ama Oralarda veya oraları koşturmam farkındaysan ben, daha butik kalmaya çalışıyorum.

Nedenine gelince, çünkü bu daha doğru ve gerçek.

Kimsenin yanlış anlamasını da istemem; ünlü dediğimiz insanlarla endüstriyel tiyatronun dinamikleri çok başka.

Orada kitlelere bir şeyi basitçe geçirmek hedef.

En azından bazıları için.

Mesela, Osmanlı döneminde yaşamış, Ermeni, Osmanlı ve dünya kültüründe kuvvetli bir iz bırakmış; müzisyen ve müzik araştırmacısı Gomidasın hayat hikâyesini anlattığımızda bu kadar ses getireceğini düşünmemiştim.

Oyunu 2020de, Gomidasın yaşadığı ve çalıştığı Kumkapıdaki 100 yıllık bir kilisede sahnelemiştik.

Şu an bir kafede sahnelenen Tebdil de benzeri bir şekilde etkili oldu.

Bence işi iyi yaptım, küçük düşündüm ama içinde büyük düşünerek hareket ettim.

Düşünün ki, o hikâyelerdeki insanların ayak bastığı sokaklarda, gittiği mekanlarda bir seyirci olarak siz de tanıklık ediyorsunuz; hem de aradan geçen 100 yıl sonra.

Başta da söylediğim gibi, hikâye ve oyun seyirci daha Kumkapıya veya Balata gelirken başlıyor.

Hikâye semtle birlikte örülmeye başlıyor.

Oyundan çıktığınızda da hikâye bitmiyor, oyuna fon olan o semti, o sokağı siz yaşıyorsunuz bu defa.

Bu çok değerli.

Bugünlerde, ki bence bu coğrafyaya özel de olabilir, oyunculukla ilgili bir kutsallıktan söz edildi ve tartışmaya mahal verdi.

Tiyatroyla ilk hemhalinden bugüne seni takipteyim; değişmeden ama büyüyerek aynı rotadasın, etkileyici bir yanıyla, fırtına ve rüzgârlara kapılmadan denizin tadını çıkarıyorsun gördüğüm; öyle mi?

Bu benim zanaatım; yazarlık ve yönetmenlik, bir marangozdan farklı değil.

Bir marangoz, bir sandalye ya da masa yaptığında nasıl mutlu oluyorsa, ben de bir oyunu yazdığımda o kadar mutluyum.

Gerçekten de bu kadar...

Bu bir şeyi indirmek, basitleştirmek değil, aksine gerçek değerini vermek.

Tiyatroyu sevdiğim için yapıyorum ve bir de seyirciyi çok önemsiyorum.

Yazar ve yönetmen olarak, seyircinin konforlu ve iyi bir deneyim yaşaması için elimden geleni yapıyorum.

Çünkü o oyun için, o insanlar evlerinden çıkıp İstanbul trafiğine giriyor; bir de bunun hem yol hem de oyun izleme maliyeti var.

Bu, benim için bir sorumluluk.

Elimden gelenin en iyisini yapıyorum, bunun seyirciye geçip geçmediği ayrı bir konu.

Tabii ki ben yine bildiğimi okuyorum yazar veya yönetmen olarak ama, tüm bu sürecin seyirciye geçtiğini düşünüyorum.

Ezcümle, tüccarlık yapmıyorum.

Dördüncü romanım Hiran  Anlatırken bile hâlâ yaşadığını ve o yaşadığın hikâyenin içinden de yeniden bir hikâye doğurduğunu gözlemliyorum.

Müthiş!

Başa dönersek, şu an kaç oyun sahnede endam ediyor?

Ve bu bağlamda hedefin nedir?

Hedefim, Kerem Pilavcının yeni başlayan projesi Monologlar Müzesi / Pavyonda olduğu gibi, farklı yönetmenlere devrederek serileri oluşturmak.

Bu serinin yazarlarından biriyim; konsept benim, ama Kerem gibi daha çok yaratıcıyla devamını getirmek, çoğaltmak istiyorum.

Pavyon da bunun ilki, devamı gelecek.

Oyunlara gelirsek eskilerden ve yenilerden devam edenler şöyle: İz, Bekleyen Dargın Anılar, Şebbaz, Zakir, Monologlar Müzesi / Yeni Sesler (okuma tiyatrosu), Monologlar Müzesi / Duo, Hayal-i Temsil, Mercaniye Çok Yaşa, Tebdil, (yedinci sezon) Meçhul Paşa, Aşk Hikâyen Düşmüş, Monologlar Müzesi / Aşk, Monologlar Müzesi / Hostel ve bunlara ek olarak 2015te yazdığım Kar Küresinde Bir Tavşan yeniden başlıyor.

Tüm bu oyunları tek bir kitapta buluşturmak güzel olurdu; arşivlik bir emek çıkardı ortaya, ne dersin?

Zaten romanların da var  Çok isterim aslında Bu arada Monologlar Müzesi seri şeklinde basılacak.

Bugüne kadar Artemis Yayınlarından çıkan üç romanım var; İz, Balkonlu Bakkal, Masturi Kabare.

Dördüncü romanım da yolda, adı Hiran.

Tesadüf bu ya, bugüne kadar yazdığın bütün oyunlarındaki karakterlerle uzun bir yemek/muhabbet masasındasın ve bir şekilde de bu karakterleri tanıyorsun, aynı mahalle ya da apartman; tıpkı yazdığın hikâyelerde olduğu gibi.

Onlara bir cümlen olsa, bu ne olurdu?

Tebdilde Süleymana: Bence, bir daha düşün. / İzde Sevegüle: Aşkı bu kadar küçümseme! / Bekleyen Dargın Anılarda terzi kadına: Aşkı bu kadar büyütme gözünde. / Meçhul Paşada (sonunda okumayı söktüğü için) Seyfiye: Artık bol bol şiir oku. / Mercaniye Çok Yaşada kaptana: İstanbula geri dön. / Aşk Hikâyem Düşmüşte iki karaktere de: Aslında siz kavuştunuz / Şebbazda iki karaktere de: Asıl aile arkadaşlıktır. / Hayali Temsilde Afife ve Bediaya: Teşekkür ederim, iyi ki varsınız derim.

Peki, tüm bu muhabbet ve geceyi bir fotoğrafa dönüştürseydin; ortaya nasıl bir kadraj çıkardı?

Bence çok şenlikli bir masa ve ortaya çıkan da çok şenlikli bir fotoğraf olurdu.

Ahmet Sami kolajları geldi aklıma.

Çünkü benim yazarak hikâyesini anlatmaya çalıştığım bu insanlar, çok hayattan ve çok gerçekçiler.

Ve asla köşeli değiller.

İyilik de kötülük de hepsinde dengede Yazdığım karakterleri romantizme ve idealize etmemeye çalışıyorum.

O yüzden de bu masadaki herkes çok insani olurdu.

Bazen Don Kişot gibi buluyorum kendimi  Tüm bu kaynağın arkasında ne var; ilham mı, itici güç mü?

Sana, bir semtin sokağından geçerken bir dakika deyip, hikâyeye daldıran veyahut peşine düşürten nedir?

Hayatın kendisi.

Bende üretim aşkı hiç bitmiyor, ama bunun tetikleyicisinin ne olduğunu bilmiyorum.

Bu ülkede yaşamak çok zor; zor bir coğrafyadayız.

Sadece politik gündemle ilgili değil, bu ülkenin yıllarca taşıdığı bir tablo var.

Ne çok acı var aslında, katlanması çok zor Nasıl nefes alacaksın; sanatla nefes alacaksın!

Diyorum hep, yazmazsam deliririm.

Beni, bu hayatta iyi yapan tek şey, yazma eylemi.

Günde 20 dakika bile olsa her gün yazıyorum.

Bu benim işim; bir yanıyla tutkuyla bir yanıyla sorumluluk duygusuyla yapıyorum.

Bugünlerde seni ne/ler kızdırıyor veya yoruyor?

Mevcut politik atmosfer yorucu, bu zaten cepte.

Fakat gazetecilik dönemimde de bu vardı, ne yazık ki tiyatroda da yengeç sepeti gibi, birileri birilerinin ayağını çekiyor, kaydırıyor.

Son zamanlarda ise, tiyatro gurusu veya fanı gibi, herkes bir Instagram hesabı açıyor ve emek verilen bir oyunu kolayca gömebiliyor.

Neden sonuç ilişkisine bağlamandan veya analitik bir eleştiri hali sunmadan, sıkıldım deyip, bu derece bir seviye halindeyiz!

Şartlara rağmen zor da olsa yapmaya çalıştığın bir mesleği bu kadar kolay harcıyor olmak üzücü.

Baktığında ben ne yapıyorum, yeni yazarlar çıkaracağım diye uğraşıyorum.

Bunu da Yeşimden el aldım.

Yeni yönetmen olsun, yeni projeler olsun, gençleri destekleyeyim; eğer bunlar rekabetse, kendi rakiplerimi yaratıyorum!

Bu anlamda bazen biraz Don Kişot gibi, absürt bir durumun içinde buluyorum kendimi.

Tiyatro cephesinde gördüğün sıkıntılar ve çözüme dair notların neler?

Belli çevreler yaptığımız işleri görmezden gelip küçümsüyor.

Gerçek anlamda birbirini destekleme durumu yok kimsenin; belki bu bende de yok.

Dayanışmanın boşluğunu yaşıyoruz.

Hepimiz belki bunun eksikliğinden bahsediyoruz ama gün sonunda hâlâ bir burun kıvırma hali var.

Mesela, bir tiyatroda üç bilet alana diğer tiyatronun oyunu hediye gibi, çoğaltılabilir; destek ve dayanışmanın o kadar çok yolu var ki aslında.

Balatta tiyatro kotasında kendime korunaklı bir dünya kurdum.

Anlaşabildiğim ekiplerle çalışıyorum.

Ana merkezden ve dolayısıyla oradaki kakofoni ve uyaranlardan da uzağım.

Bu korunaklı dünya beni temiz tutuyor, iyi hissettiriyor; dolayısıyla da devam etmemi sağlıyor.

Monologlar Müzesi, İstanbuldan başka şehirlere de gidecek diye çok güzel bir haber aldım; detaylar nedir?

Benim memleketime gidiyoruz; Monologlar Müzesi / Alanya, 6-7 Aralıkta, eski bir Rum konağında prömiyerini yapacak.

Ardından -bir tiyatro seyircimizle konuştuk- Aydında bir köyde, köy evinde oynayacak Monologlar Müzesi / Aydın olarak.

Yurtdışında da Berlin gibi şehirlerde bu projeyi hayata geçirmeyi planlıyoruz fakat tüm bunlar, sonunda ekonomiye dayanıyor.

Ödüllerle ilgili ne düşünüyorsun?

İsterim ki her meslektaşım ödül alsın, ki ben de çok ödüllü bir tiyatrocuyum.

Gomidasla Afife Tiyatro Ödüllerini aldığım için çok mutlu oldum, Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülünü o oyuna çok yakıştırdım.

Lakin o ödülü almasaydım oyun değerinden kaybeder miydi?

Sanmıyorum.

Sadece ben ve meslektaşlarım gereğinden fazla anlam yüklüyoruz ödüllere.

Oyunu izlemek için o koltuğa oturan jüri üyesinin ruh hali bile sonucu etkileyebilir.

Biraz böyle bakmak lazım sanırım.

Son zamanlarda seni etkileyen veyahut iyi gelen performans, oyun, film, albüm / şarkı, sergi veyahut kitaplardan neler var; bizler de nasiplenelim isterim?

Kitaplardan; Georgi Gospodinovdan (Metis Yay.) Bahçıvan ve Ölüm, Murat Gülsoydan (Can Yay.) Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün, Ahmed Saaadaviden (Timaş Yay.) Frankenstein Bağdatta, Sepin Sinanlıoğlundan (Doğan Kitap) Hoyrat, Bihter Dinçelden (Müptela Yay.) Uçarak Yok Olmak İsteyen Nergis; çok keyifle okudum, tavsiye ederim.

Müzik olarak bu aralar Pet Shop Boysun Discography albümünü çok seviyor ve dinliyorum.

Ayrıca 90lar Türkçe müziğe bir dönüş yaptım.

Ahmet Kâmil Taşkının Youtubeda yaptığı müzik programı, beni tekrardan ergenlik, gençlik hallerime götürdü.

Oyun olarak beğendiklerim ise şunlar: Asmalı Sahneden Deniz Bulutun yazdığı, Tuğçe Tanışın yönettiği Hepimiz Sustuğumuz Yerden Yaralıyız; Hikmet Hükümenoğlunun yazdığı, Mert Öneri yönettiği Fora.

İlgili Sitenin Haberleri