Haber Detayı
Devrim olmadan asla!
Devrim olmadan asla!
İdeolojisiz devrimcilik, yani teorinin pratiğe yol göstermemesi, özellikle günümüzde yaygın bir küçük burjuva eylem türü, moda deyimle söylersek “aktivizm” haline geldi.
Merkezi bir liderlik anlayışının ve üyelik sisteminin olmadığı, Marksizm’den anarşizme, antikapitalizmden feminizme, sol geleneklerden siyahların protestolarına açılan yelpazede kokteylleştirilmiş bir düşünce etrafında kümelenmek söz konusu.
Ezici sistemden yaka silken isyankâr insanların güçlerini daha çok sokak eylemleriyle gösterdiği bu yeni akımın en bilinen örneği ise ABD’deki “Antifa” (Anti Faşist) hareketi olarak belirmiş durumda.
Örgütsel bir yapı yerine “direniş kültürü” oluşturmayı amaçlayan bu akımın tarihsel süreçte nereye evrileceği şimdilik meçhul ama belirli bir yankı yarattığı da açık gerçek.
ANTİFA’YA BİN SELAM Filmografisinin seyrettiğim parçaları içinde “Boogie Nights” (1997), “Magnolia” (1999), “There Will Be Blood” (2007), “The Master” (2012), “Phantom Thread” (2017) gibi özgün ve güçlü sayılabilecek örnekler bulunan, özellikle genç kuşak sinefiller tarafından çok önemsenen Paul Thomas Anderson’ın sinemalarımızda bugün gösterime giren filmi “Savaş Üstüne Savaş” (One Battle After Another) da çıkış noktasını bu “yeni moda devrimcilik” üzerine kuruyor.
Her şeyden önce Leonardo DiCaprio, Sean Penn, Benicio Del Toro, Regina Hall’dan oluşan parlak ana oyuncu kadrosuyla dikkat çeken film, “French 35” adlı hayali bir grup üzerinden Antifa’ya selam çakarak, eski bir devrimcinin yıllar içindeki öyküsünü anlatıyor.
DiCaprio’nun canlandırdığı Bob, gençliğinde soygunlar yapıp bombalar patlatan hızlı bir devrimcidir.
Arkadaşlarıyla birlikte Meksikalı göçmenleri kamplardan kurtarmaya, ABD’de devrim yapmaya soyunmuştur.
Eylem arkadaşı siyahi Perfidia’dan bir kızı olur.
Peşinde azılı bir yüzbaşı (sonra albay) olan, Perfidia’ya göz koyan ırkçı Lockjaw vardır.
Perfidia karışık ve karanlık işler sonucu ortadan kaybolur ve 16 yıllık bir zaman atlamasıyla günümüze geliriz.
Sean Penn’in büyük başarıyla oynadığı Lockjaw, köşesine çekilmiş Bob’un hâlâ peşindedir, onunsa kızını kurtarmaktan başka düşüncesi yoktur.
KIZIM OLMADAN ASLA 170 dakika uzunluğunda olmasına rağmen fazlaca sarkmadan akıp giden, kimi sahnelerde iyice muzipleşen, temposunu hep koruyan, çok iyi çekilmiş ve çok etkileyici bir otomobille takip bölümü içeren, yalnızca görsel aksiyona dayanmayıp geçmişin hayaletleriyle yüzleşme ve muhasebe boyutu da barındırmaya çalışan bir film “Savaş Üstüne Savaş”.
Eleştirmenlerce aşırı övgülere boğulmasına, “Yılın filmi!” ilan edilmesine, şimdiden garanti Oscar adaylıkları ilan edilmesine, yani gereksiz biçimde abartılmasına aldırmadan seyrederseniz, belli bir keyif almanız mümkün.
Fakat politik yönden ayakları yere sağlam basmayan bir film olduğunu da söylemem gerek. “Devrimci” karakterler özellikle biz Doğulular açısından karikatür düzeyinde ve “Hiç mi devrimci görmedik!” dedirtecek cinsten.
Filmde birkaç kez ilişkilendiriliyor; Bob’un eski eylemlerinin sınıf mücadelesi bağlamında değerlendirilmesi çok güç ve “devrimci şiddet” yöntemleri de Türkiye’de de örneklerini gördüğümüz üzere “suni dengeyi kırmak”, yani bankamatiklere bomba yerleştirmek seviyesinde.
Kaldı ki Bob’un ideallerinin çöktüğünü de anlıyoruz filmden.
Marx, “Louis Bonaparte’ın 18.
Brumaire’i”nde “İnsanlar kendi tarihlerini yaparlar, ama onu istedikleri gibi yapmazlar; kendi seçtikleri koşullar altında değil, geçmişten devralınan, doğrudan karşılarına çıkan ve verilmiş olan koşullar altında yaparlar” demişti.
Paul Thomas Anderson, bir roman uyarlaması olan son filminde Bob’un da kendisi tarafından yapılan bir tarihi olduğunu gösteriyor bize… Bob’un kişiliğinde, bir zamanlar “Devrim olmadan asla!” derken “Kızım olmadan asla!”ya dönüşen bir tarih bu.